Tekil Mesaj gösterimi
Alt 06-29-2007   #8
Profil
Üye
 
cerosh - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: May 2007
Bulunduğu yer: napcan bize mi geLcen?
Yaş: 34
Mesajlar: 2.958
Üye No: 2536

Seviye: 42 [♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥]
Canlılık: 0 / 1045
Çekicilik: 986 / 54629
Tecrübe: 81

Teşekkür

Teşekkürler: 0
0 Mesajina 0 Tesekkür Aldi
Rep
Rep Puanı : 9927
Rep Gücü : 119
İtibar :
cerosh has a reputation beyond reputecerosh has a reputation beyond reputecerosh has a reputation beyond reputecerosh has a reputation beyond reputecerosh has a reputation beyond reputecerosh has a reputation beyond reputecerosh has a reputation beyond reputecerosh has a reputation beyond reputecerosh has a reputation beyond reputecerosh has a reputation beyond reputecerosh has a reputation beyond reputecerosh has a reputation beyond reputecerosh has a reputation beyond reputecerosh has a reputation beyond reputecerosh has a reputation beyond reputecerosh has a reputation beyond reputecerosh has a reputation beyond reputecerosh has a reputation beyond reputecerosh has a reputation beyond reputecerosh has a reputation beyond repute
Standart

ÂMİL

Bir işi meydana getiren, bir eserin ortaya çıkmasına katkıda bulunan çalışan, amel yapan, görevli ve bir kimsenin mal, mülk gibi hususlarıyla ilgili bütün işlerini üzerine alan, memur ve tahsildar gibi kimselere verilen isim
Kur'an-ı Kerîm ahlâki anlamda âmili; iyilik yapanlar ve kötülük yapanlar olarak iki kısımda ele alır.
İyilik amilleri. Allah'ın rızasını kazanmak için çalışanlar, kötülüklerden sakınanlar, bollukta ve darlıkta kazandıklarını Allah yolunda harcayanlar; kızdıkları zaman öfkelerine hakim olanlar, başkalarının kusurlarım bağışlayanlar; bir kusur işledikleri zaman, yani nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı anarak istiğfar edenler, isledikleri kusurlarda bile bile ısrar etmeyenlerdir. Onlar için en güzel ecir ve mükâfaat vardır.
"Ve onlar, bir kötülük yaptıkları, ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları da Allah'dan başka kim bağışlayabilir? Ve onlar yaptıklarında bile bile ısrar etmezler. İşte onların mükâfatı, Rab'leri tarafından bağışlanma ve altından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları Cennetlerdir. Amellerin ecri ne güzeldir." (Âli İmrân 3/135-136)
"...Ben, içinizden, erkek kadın hiçbir âmilin işlediğini boşa çıkarmam" (Âli İmrân 3/195).
Kötülük âmilleri hayırdan ve hidayetten uzak yaşayıp Hakk'a karşı gelen ve hidayet rehberini arkalarına atanlardır. Resulullah bir hidayet âmili iken ona karşı gelen Mekkeli müşrikler şer âmilidirler. Bugün onların izini takip ederek cahili düzenler kuran ve insanları zulümle buna itaate zorlayan insanlar da şer âmilleridirler. Gönülden ve isteyerek tağuta itaat edenler de şer âmilleridirler. Elbette bunların mükâfatı hayır ve iyilik âmillerininkinin aksi olacaktır. Hak Teâlâ bunlara karşı meydan okumaktadır. Allah'ın meydan okuması kulları için ne büyük felâkettir. Ve şer âmilleri bu felâketi hak etmişlerdir.
"De ki: "Ey kavmim, gücünüz yettiğince âmil olun (yapacağınızı yapın) Ben de âmilim. (vazifesini yapan biriyim) Yakında (dünya) yurd(un)un sonunun kimin olduğunu bileceksiniz. Muhakkak ki zulmedenler, kurtuluş yüzü görmezler. " (el-En'âm, 6/135).
Zekat Âmilleri.
İslâm'da âmil malı ve idari bir terim olarak kullanılıp memur ve tahsildar anlamına gelir. Kur'an-ı Kerim'de zekâtların harcama yerleri belirtilirken ayette geçen vergi toplama memurlarına "âmil" denilmektedir. "Sadakalar (zekât) ancak (dilenmeyen)fakirlere, yoksullara, onu (zekâtı) toplamak için (devlet tarafından) görevlendirilen memurlara..." (et-Tevbe, 9/60). Bu ayetin ifadesinden anlaşıldığına göre, vergi işleriyle uğraşanlar İslâm'ın ilk devirlerinden itibaren vardı ve devlet bu konu üzerinde durmakta idi. İslâm devletinin gelirlerini oluşturan, müslümanların ödediği zekât ile gayr-i müslimlerden alınan ganimet *, fey * cizye * ve haraç* gibi vergilerin tarhı, tahakkuku, tahsili ve hak sahiplerine dağıtılması geniş bir memur kitlesinin görevlendirilmesini gerektirmektedir. işte bütün bu görevleri yerine getiren memurlara İslâm hukuk literatüründe "âmil" denilmektedir. Ancak ilk dönemlerde bu görevin alanı değişik olabiliyordu. Meselâ Hz. Peygamber (s.a.s.) Muâz b. Cebel'i (r.a.) Yemen'e gönderdiği zaman âmil ünvanı ile göndermişti fakat Muâz (r.a.)'ın yetkileri adlî, malî, idarî ve hukukî otorite alanlarını kapsıyordu. Gerek Resulullah döneminde ve gerekse daha sonraki dönemlerde âmillerin yetki ve görevleri değişik sahaları kapsamaktaydı. Âmil kavramı birbirinden çok farklı anlamlarda kullanılmıştır. Hatta vali, emîr ve âmil gibi tabirlerin birbirleri yerine kullanıldığı da görülmüştü.
Burada ele aldığımız âmil kavramı ile zekât toplama memurları kastedilmektedir. Bunlar topladıkları zekâtları devlet merkezine getirir veya miktarını bildirirlerdi. Devlet hazinesi olan "Beytu'l-Mâl*"da toplanan zekâtlar ayette belirtilen sekiz sınıf arasında paylaştırılır, Âmiller de bu sekizde bir'den paylarını alırlardı. Fakat her âmil topladığı zekât miktarının mutlaka sekizde birini alır diye bir hüküm söz konusu değildir. Devlet âmile emeği karşılığında belli miktarda bir gelir tahsis ederdi. Zekâtın devlet tarafından toplanması Kur'an'ın bir emridir (et-Tevbe, 9/103). Buna devletin bütün müslümanların zekâtlarını toplamak üzere görevlendirdiği bu âmiller, özellikle zahirî mallar dediğimiz meyve, hububât ve hayvanların zekâtlarını toplamakla görevlidirler. Bu tür malların zekâtlarının mutlaka devlet görevlisi olan bu âmillere verilmesi gereklidir. Gizli mallar dediğimiz altın, gümüş ve benzeri menkul değerlerin zekâtları ise sahipleri tarafından hak ve ihtiyaç sahiplerine verilebilir. Bu tür malların sahipler isterlerse bu zekâtlarını da âmillere teslim edebilirler. Fakat hububât, hayvanlar ve meyve gibi malların zekâtı ayrıca mal sahibi tarafından ihtiyaç sahiplerine verilmiş olsa da âmil bu zekâtı devlet adına yeniden alır. Bu uygulama ile zekâtta hakkı olan kimselerin bu hakları korunmuş olmaktadır.
Hz. Peygamber (s.a.s.) âmillik görevini gerektiği gibi yerine getiren kimsenin Allah yolunda cihada çıkmış kimse kadar sevap kazandığını ifade buyurmuşlardır. (Ebû Dâvud, İmâre, 7; İbn Mâce, Zekât, 14).
Resulullah görevlendirdiği zekât toplama memurlarını görevden dönüşleri sırasında bizzat kendisi denetler ve hesaplarını kontrol ederdi. Ufak da olsa bir su-iistimal gördüğünde onları ashaba teşhir ederdi. Süleymoğulları kabîlesine âmil olarak gönderilen İbn Lutbiyye adındaki bir görevli vazifesini bitirip Medine'ye geri döndüğünde hesabını Resulullah'a verirken şöyle demişti: "Ey Allah'ın Resulü! Şu sizin zekât mallarınız, bunlar da bana verilen hediyelerdir." Bu sözleri işiten Peygamber (s.a.s.) hayretle şöyle demişti: "Tuhaf şey! sen doğru adamsan söyle bakalım, sen ananın babanın evinde otursaydın bu mallar sana hediye edilir miydi? Bunu bu deneyiverseydin." Sonra Resulullah âmillerin hediye almalarını kesinlikle yasaklamıştı. (Buhârî, el-Hiyel, 15).
İslâm hukuku her konuda olduğu gibi âmillerde de bulunması gereken özellikleri, bu görevleriyle ilgili olarak yapmaları gereken hususları belirlemiş ve onların tayin, azil ve teftişleriyle alâkalı hükümler koymuştur. Bu göreve tayin edilenler tefvizî yani tam yetkili ve tenfizî yani sınırlı yetkili olarak iki ayrı görevle görevlendirilir.
Bir zekât toplama memurunda bulunması gereken özellikler İslâm hukukçuları tarafından şu şekilde belirlenmiştir: 1-Müslüman olmak, 2-Mükellef yani âkil ve baliğ olmak. 3-Devletçe güvenilir olmak, 4-Tam yetkili âmil ise, zekât ile ilgili İslâm'ın hükümlerini bilmek. 5-Getirildiği bu göreve tam ehil birisi olmak, 6-Hür olmak .
Bunun dışında, âmiller göreve giderken ayrı yetkilere de sahip olabilmektedirler. Bunlar bazen tam yetkili olup zekâtın hem toplanması hem de hak ve ihtiyaç sahiplerine dağıtılması yetkilerine sahip olurlar. Bazen âmil sadece zekâtı toplamakla yetkili olur. Âmillerin bir diğer yetkileri de zekâtını aldıkları malların ne kadar ürün verebileceğini tahmin etmektir. Bu da vergilerin toplanmasında esas alınır.
Bu âmillerin bir diğer görevleri de gittikleri yerlerde İslâm'ın öğretilmesi ve irşad işleri ile meşgul olmalarıydı. Bu âmillerin bir kısmı devlet merkezi Medine'nin dışında görevlendirilirdi. Bunların gönderdikleri mallar da merkeze geldiğinde, bu malları tasnif ve muhafaza etmek üzere Medine'de görevlendirilen âmiller vardı. Nakitlerin dışında kalan malların özellikle sürülerin korunması, otlatılması, hurma ve hububâtın muhafazasını yapan âmiller görev yapardı. Medine merkezindeki âmillerin başında Hz. Ebû Hureyre geliyordu. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, merkezin dışına giden âmiller yalnız zekât toplama işiyle değil öğretim, kazaî, malî vb. hususlarda da yetki ve görevleri vardı. Bu görev ve yetkiler bizzat devlet başkanı olan Hz. Peygamber tarafından belirlenirdi. Daha sonra gelen Halîfeler de aynı uygulamayı sürdürdüler. Bazen da Resulullah (s.a.s.) bu görevlilere merkezden yazılı genelgeler gönderir ve onlardan bazı hususları yerine getirmelerini isterdi.
Bu âmiller sebepsiz olarak kimseye asla sıkıntı veremez, zekâtını toplarken müslümanlara karşı haksız bir tavır takınamazlardı. Bunun yanında zekâtını kaçırmak isteyenleri de Resulullah'a bildirirlerdi. Hz. Peygamber (s.a.s.) hayatta olduğu müddet içinde Haşimoğullarından hiç kimseyi âmil olarak görevlendirmemiştir. Zira Ehl-i Beyt'in zekât ve sadakalardan yararlanması yasaktır. Âmillerde bu görevlerine karşılık kendi ihtiyaçları kadar bir maaş alırlardı. Bu ihtiyaçlar kişiye göre değişmekte idi. Fakat âmil kendisinin ve aile efradının geçimlerini sağlayacak ve bir hizmetçi tutacak kadar maaş alırdı. Ayrıca zengin de olsa yaptığı iş karşılığında ücret alma hakkına sahiptir.
Âmillik görevi zamanla değişik şekiller almış ve tarihin ilerlemesiyle birlikte gelişmeler katetmiştir. Bu görev dört halife devrinde ayrı bir statüye sahipken, Emevî ve Abbâsîler'de de kısmen farklı bir şekil almıştır. Daha sonraları Selçuklular, Memluklular ve Osmanlılar dönemlerinde bu görev değişik şekillerde sürdürülmüştür. (Geniş bilgi için bk. Uzunçarşılı, İ.H. -Osmanlı Devlet Teşkilatına Medhal, TTK yayınları).



ÂMİN
Öyle olsun, duamızı kabul et, çok doğru anlamında dualardan sonra söylenen söz. Özellikle namazda fâtihanın bitiminden sonra söylenmektedir. Arapça'da isim-fiil olarak kabul edilen kelimelerdendir. Kelimenin İbranice olduğu kânaatleri vardır. Zira aynı kelimeyi "amen" şeklinde kullanan Yahudi ve Hristiyanlar bunun Süryânîce "âmin" kelimesinden geldiğini ifade etmektedirler. Bu kelime namazda zikredilmekte ise de, Kur'an'dan olmadığı bilinmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) ise, namaz'da Fatiha Suresi'nin okunması bittikten sonra "âmin" denmesini özellikle emretmiştir. Şöyle ki: "İmam, Fatiha'yı tamamlayıp âmin dedikten sonra siz de ."âmin" deyiniz. Kimin bu sırada "âmin" demesi meleklerin o anda "âmin" deyişi ile aynı ana rastlarsa geçmiş günahları affolunur. " (Müslim, K. Salat, 72; Ebû Dâvud, Salat, 167-168; Tirmizî, Mevâkîttü's-Salat, 116).
Bu hadislere göre namaz'da Fatiha'dan sonra "âmin" demek sünnettir. İmam-ı A'zam'a göre "âmin" gerek imam ve gerekse cemaat tarafından hafiyyen (sessizce); imam-ı Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel'e göre açık ve imamla birlikte söylenmesi sünnettir. (Sünen-i Ebû Dâvud Tercüme ve Şerhi, İstanbul 1988, III, 470

ÂMİNE BİNTİ VEHB
Hz.Peygamber'in annesi. Babası Vehb b. Abdimenaf, annesi de Berra binti Abduluzza'dır. Ne zaman doğduğu bilinmeyen Âmine'nin 577 yılında hayata gözlerini yumduğu tahmin edilmektedir.
Kureyş kabîlesi içinde ileri gelen bir kola mensup olan Âmine binti Vehb, güzel konuşan ve zekâsıyla tanınan bir kadındı. Hâşimoğulları reisi olan Abdulmuttalib, Âmine'yi oğlu Abdullah'a istedi ve onunla evlendirildi. Âmine ile Abdullah'ın bu güzel evliliğinden Hz. Muhammed (s.a.s.) dünyaya geldi. Abdullah, Âmine hamile iken Suriye'ye yaptığı bir seferi sırasında Yesrib (Medine)'te vefat etti. Böylelikle Hz. Peygamber dünyaya yetim olarak geldi. Âmine gebelik ve doğum sırasında hiç bir ağrı ve sızı çekmediğini anlatmıştır. Resulullah (s.a.s.), kendi doğumu hakkında şöyle buyurmuştur: "Ben atam İbrahim'in duası, İsa'nın müjdesi ve annemin gördüğü rüyayım. Annem rüyasında içinden çıkan bir aydınlığın Şam diyarı saraylarını aydınlattığını belirtmişti. Peygamber anneleri hep böyle rüyalar görürler. "(Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 127, 128).
Âmine daha sonra, Hz. Peygamber altı yaşlarında iken, onu alıp dayılarının yanına Yesrib'e gitti ve eşi Abdullah'ın kabrini oğlu Muhammed (s.a.s.) ile birlikte ziyaret etti. Bu seyahatlerine, Abdullah'tan kalan tek miras, cariyeleri Ümmü Eymen de katıldı. Dayıları olan Neccâroğulları ile oğlunu tanıştırdıktan sonra Yesrib (Medine)'den ayrılan Âmine, Ebvâ denilen yere geldiğinde hastalanmış ve orada hayatını kaybetmişti. O sıralarda altı yaşında olan Resulullah, annesinin defninden sonra Ümmü Eymen ile birlikte Mekke'ye dönüp dedesi Abdulmuttalib'in yanında kalmıştı.
Bazı tarih kaynakları Âmine'nin bazı şiirler söylediğini naklederler. Âmine binti Vehb, İslâm tarihinde, Asiye binti Müzâhim, Meryem binti İmrân ve Hadîce binti Huveylid ile birlikte anılmaktadır.


ÂMİR
Âmir. Emreden, buyuran, memurun üstü, makam sahibi kimse.
Fıkıhta hac bahsinde kendisi hacca gidemeyip yerine başkasını gönderen kimseye ve vekâlet bahsinde yerine vekil tayin eden kimseye denir.
Âmir, mâ'mur eden, imar edilmiş yer.
Arazî ıstılahında külfetsizce ziraat yapılan araziye âmir denir. İşlenmemiş arazi karşılığında kullanılır. Âmir arazi iki kısma ayrılır:
1- Öşür ve haraç arazisi gibi sahibi olup ziraata elverişli olan yerler.
2- Ziraata elverişli olup sahibi olmayan yerler. Bu araziler, anveten fethedilen arazilerden olup beşte biri İslâm devletinin hazinesine ayrılan araziler olabileceği gibi İslâmî cihada katılan askerlerden çeşitli şekillerde Beytu'l Mal'a intikal etmiş araziler de olabilir. Ayrıca öşrî ve harâcî arazi olmasına rağmen sahiplerinin mirasçı bırakmadan vefat etmeleriyle devlete intikal eden arazîler de bu tür arazilere girer.


ÂMM
Delâlet ettiği bütün ferdleri sınırsız olarak içine alan ve birçok şeyi ifade eden lâfız. Lâfız, bir cümle içerisinde birçok şey akla getiriyor ve onların hepsini ifade ediyorsa o kelime âmm'dır.
Bu tarif çerçevesinde âmm'da üç ayrı şart aranır:
1- Âmm'ın içine aldığı ferdler (maddi veya manevî olsun) ikiden fazla sayı olmalıdır. Bir'e veya ikiye delâlet eden bir söz âmm değil has'tır.
2- Lâfız sınırsız ve sayısız olacak. Yani lâfzın bütün ferdlerine değil sadece bir kısmına, yahut bazısına delâlet ederse yine âmm değildir.
3-Bütün fertleri içine alacak. Bazı ferdler lâfzın kapsamının dışında kalırsa böyle bir ifade âmm olmaz.
Âmm, "mutlak" ile karıştırılmamalıdır. Zira ikisi arasında fark vardır. Mutlak, tek şeyin mahiyetini ifade eder, aynı türden başka şeyleri ifade etmez. Âmm ise mahiyetin ötesinde sayıya delâlet eder. Dolayısıyla lâfız sayıyı ifade ediyorsa o lâfız âmm; mahiyeti ifade ediyorsa mutlaktır. Yani mutlak, tek şeyin içerisindeki bütün cüzleri ifade eden lâfızdır. "İnsan akıllıdır", "insan yenmez" cümlelerindeki birinci insan kelimesi âmm'dır. Çünkü ne kadar insan varsa onların hepsinin akıllı olduğunu ifade etmekte dolayısıyla manaya "sayı" girmektedir. Ama ikinci cümledeki insan kelimesi sayıyı ifade etmez. Sadece insanın vücudunda ne kadar cüz' varsa onların hepsinin yenmeyeceğini, dolayısıyla mahiyeti ifade etmektedir. Onun için de ikinci insan kelimesi mutlak lâfızdır.
Âmm'ın hükmü, lâfzının içine giren, anlamına uygun gelen bütün ferdleri kesin olarak kapsamasıdır. Hanefilere göre bazı şartlarla âmm'ın, ifade ettiği manaya delâleti kat'idir. Ondan zannî bir mana çıkmaz. Diğer mezhepler ise âmm lâfzın, manaya delâletinin zannî olduğunu ileri sürmüşlerdir. Çünkü âmm lâfzın tahsise ihtimali vardır. İhtimalli bir lâfzın manaya delâleti zannî olur (el-Hâdimî, Mecâmiu'l-Hakayık, İstanbul 1308, 4; Ebû Zehra, İslâm Hukuk Metodolojisi, terc. Abdülkâdir Şener, Ankara 1973, 159)
Âmm lâfızların bazıları, umûmî ifadesinin sınırlandırılmasına müsaittir. Âmm'ın böyle sınırlandırılmasına "tahsis"; tahsis edilmiş lâfza da "hâss" denir. Neticede tahsis eden lâfız "muhassıs", tahsis edilen âmm lâfız da "muhassas" adını alır.
Diğer bazı âmm lâfızlar da tahsise müsait değildir. Meselâ "Allah herşeyi bilir", "Anneleriniz size haram kılındı" lâfizları böyledir. Ama "...iki kız kardeşi (bir nikâhta) cem etmek... size haram kılındı" (en-Nisâ, 4/23) ayetinin umum lâfzı, "Resulullah (s.a.s.) kadının, halası veya teyzesi üzerine nikâhlanmasını yasakladı" (Buhârî, Nikâh, 27; Müslim, Nikâh, 37, 39) hadisince tahsis olunmuştur. Burada ayet, muhassas; hadis ise muhassıstır .



AMME HUKÛKU

Bir devletin hukukî yapısını, bu hukukun işleyişini, özel ve tüzel şahsiyetler ve yabancı devletlerle karşılıklı ilişkilerini düzenleyen hukuk dalı.
"Amme" kelimesi, "âmm, umum"dan türetilmiş olup kapsama ve kuşatma (şümul ve ihate) anlamınadır. Her çokluğa, fertleri sayılamayacak oranda çok olan halk topluluğuna ıtlak olunur. "Âmm" kelimesinin ifade ettiği çokluk, "âmme" kelimesinin delâlet ettiği şeyde mübâlağalı bir şekilde söz konusu olmaktadır ki, özetle büyük-küçük, erkek-dişi, zengin-fakir, vb. her yerde şümulü anlatır. Bu bakımından âmme velâyeti, âmme hukuku (kamu hukuku), âmme riyaseti, âmme idaresi (kamu yönetimi), âmme müesseseleri, (kamu kurumları) âmme kudreti (kamu otoritesi), âmme hizmeti (kamu hizmeti) terimlerinde bu genel ve üyesinin sayısız çokluğu anlamı vardır. Nitekim devlet kurumunun nüfus, ülke, hâkimiyet unsurlarından birincisi olan nüfus miktarının çokluğunu "Âmme" kelimesiyle anlatmak söz konusudur.
Aslında "Âmme" kelimesiyle anlatılmak istenen devlettir. Çünkü devlet son tahlilde "fertlerden" oluşturulmaktadır. Yani devlet, varlığını fertlerin oluşturdukları toplulukta bulmakta, dolayısıyla devlet bu topluluğa mal edilerek devletle topluluk aynı şeyler telakkî olunmaktadır. Devlete atfedilen gerçeğin aslında devleti meydana getiren kamuya raci bulunduğu söylenebilir. Âmme hukuku denildiğinde, doğrudan doğruya fertlerden oluşan kamuya şâmil, onunla ilgili bir hukuk dalı sözkonusu olmaktadır. Başka söylenişle bu hukuk dalının, kamuya aidiyetini belirtmek için "Âmme" kelimesiyle tanımlanmaktadır. Ancak buradaki kamu, kendi hukukî anlamını devletle bulduğuna göre, devlete has hukuk şeklinde tanımlanan yaygın ve doğru kabul edilmiştir .
Demek oluyor ki, bir toplumu meydana getiren fertlerin müştereken sahip bulundukları kuvvetten, yetkiden, o fertler ile onları yöneten ve koruyan üstün ya da kamu otoriteleri (devlet) arasında riayet olunması gereken ilişkiler akla gelir. Bu bakımdan fertler veya şahıslar ile devlet arasındaki ilişkileri gösteren, şahısların devlete karşı sahip bulundukları hak ve yetkileri, ayrıca yapmakla yükümlü bulundukları ödevleri tayin eden ve düzenleyen dolayısıyla hukuk biliminin bir dalını meydana getiren usûl ve kuralların bütünü, âmme hukuku kapsamında düşünülebilir.
Tarihi Gelişim: Âmme hukukunun genel hukuk içindeki yerinin belirlenmesi konusu tartışılmıştır. Bir anlayışa göre ilk defa Roma hukukçuları tarafından tespit edilen ve Roma hukuk külliyeti (corus iuris) içinde yer alan tasnifte, ilki, kamu menfaatiyle ilgili "devlete ait hukuk" veya "devlet hukuku" şeklinde nitelendirilmesi mümkün "âmme hukuku" (ius publicum); ikincisi özel menfaatle ilgili "özel hukuk" (ius privatum)tur.
Fakat bu tasnifin hakikate, özellikle de hukukun mahiyetine uygun olmadığı ileri sürülmüştür. Çünkü kamu menfaatiyle özel hukukun sınırlarının kesin ve açık bir şekilde tespiti mümkün olamayacağı gibi, tasnifin dayandığı esas (menfaat) da hukukun mahiyetini tam anlamıyla ifadeden uzaktır. Kaldı ki hukukta gaye, menfaati korumak ve güvence altına almak olmakla birlikte, asıl gaye hakkın, daha doğrusu adaletin gerçekleştirilmesidir. Ayrıca uygulamada kamu özel menfaat ayrımının yapılması daima mümkün değildir. Gerçekte sözgelimi âmme hukukunun merkezi olan devlet fertlerin özel menfaatlerine hizmet ettiği gibi mülkiyet ve evlenme gibi özel hukuk müesseseleri de kamu menfaatiyle yakından ilgilidirler. Öte yandan bu tasnifin bilimsel olduğu da ileri sürülemez. Sözgelimi ferdin hayatını koruyan kanunlar (meselâ temel hak ve özgürlükler kanununda bulunan düşünce özgürlüğü, inanç ve vicdan özgürlüğü, çalışma hakkı vb.) âmme hukuku kapsamındadırlar. Kaldı ki, Roma hukukundaki bu tasnifin aksine Germen hukukunda böyle bir ayrım kabul edilmektedir.
İslâm hukuku (fıkıh) böyle bir ayrımı kabul etmemektedir. Çünkü İslâm hukukunun, kaynağı, mahiyeti, usûlü ve dayandığı kavramların kendine has oluşu sebebi yanında; İslâm dininin esasları da bu türden bir ayrıma cevaz verir nitelikte değildir. Ancak bu durum İslâm hukuk teorisi içinde âmme hukukunun bulunmadığı ya da ihmal edildiği anlamına alınmamalıdır. Aksine İslâm hukukunun özel hukuk alanında olduğu gibi âmme hukuku alanında da önemli kural ve ilkelerinin bulunduğunu ve şimdiye kadar yapılan incelemelerin bu konuda yeterli bilgileri ortaya koyduğu söylenmelidir. Ne var ki, İslâm hukukunun gerek kaynaklarının düzenlenmesi, gerek kavramlarının farklılığı, bu kural ve ilkeleri anlamada özel bir çalışmayı gerektirmektedir. Gerçekte İslâm âmme hukukunun devlet, anayasa, idare, ceza hukuku; hukuk felsefe ve sosyolojisi alanında oluşturulan bilgilerini, bu hukukun kaynaklarında toplu bir şekilde bulmak mümkün olmayabilir. Sözgelimi âmme hukukunun çeşitli konuları fıkıh eserlerinin kazâ, imâre, siyer, hudûd, fey kısımlarında ele alındığı gibi; es-siyâsetü '-şer'iyye, el-ahkâmü's sultâniyye, el-emvâl adı altında yazılmış bağımsız eserlerde, bazen de tarih ve kelâm kitaplarında incelenmiştir. Keza Devletler Umumi Hukuku dalı fıkıh eserlerinin siyer, cihat, meğâzi, nikâh, talâk vb. bölümlerinde ele alınmıştır.
Demek oluyor ki, âmme hukukunun genel hukuk teorisi içindeki yerini belirlemek Romalılar'ın yaptığı tarife göre yeterli olmadığı gibi, bütün hukuk sistemleri bakımından da ayrı görünüşü vermesi düşünülmemelidir. Kaldı ki, kıta Avrupası hukukunda da Romalılar'ın tasnifi önceki yüzyıllardaki önemini ve geçerliliğini pek korur durumda değildir.
Âmme hukukunun genel hukuk teorisi içinde yerinin Batı hukuk sisteminde şu şekilde tespit edildiği bilinmektedir:
1-Anayasa hukuku
2-İdare hukuku
3-Ceza hukuku (Bu da kendi içerisinde a) Genel ceza hukuku, b) Özel ceza hukuku, c) Askerî ceza hukuku, d) Milletlerarası ceza hukuku bölümlerine ayrılır).
4-Muhakeme (veya usûl) hukukları. (Bu da: a) Medenî-muhakeme hukuku, b) Ceza muhakeme hukuku, c) İdarî yargı olmak üzere üç kısımdır.)
5-Umumi âmme hukuku (devlet hukuku)
6-Devletler umumi hukuku
7-İş hukuku
8-Malî hukuk
İslâm hukukunda ise genel olarak üçlü bir tasnif mevcuttur:
1) İbâdad 2) Muâmelât 3) Ukûbât.
Fakat bu tasnif bazen şu şekilde de yapılmaktadır:
1) İbâdât
2) Ahvâl-i şahsiyye (şahıs ve aile hukuku)
3) Muâmelât (kısmen medeni ve borçlar hukuku)
4) Ahkâm-ı Sultâniyye (velayet-i amme): Anayasa, idare, kısmen ceza hukuku,
5) Ukûbât (ceza hukuku)
6) Siyer (devletler umumi ve kısmen devletler hususi hukuku)
7) Âdâb (ahlâk ve muâşeret).
Âmme hukukunun mahiyetine gelince: Amme hukuku, devlete uygulanan hukuk kurallarının bütünü, kısacası devlet hukuku olarak tanımlanabilir. Yani bu hukukun konusu bizzat devlet, devlet teşkilâtı ve organları, hükûmet ve idare ile faaliyetleri, bunlarla fertler arasındaki ilişkilerdir.
Kısacası âmme hukuku, devlet ve devlet ile ilgili ilişkileri düzenleyen hukuk kuralları ve müesseselerinin bütününü ihtiva eden bir hukuk dalıdır. Amme hukukunda hukuki ilişkinin taraflarından birisinin mutlaka devlet veya âmme hükmî şahıslarından birinin olması gerekmektedir. Genellikle bu ilişkilerde kamu menfaati hakim ve üstün mevkide bir eşitlik değil, devlet veya kamu hükmî şahısları lehine fertler aleyhine bir üstünlük kamu menfaatlerini önde tutma sözkonusudur.


ANASIR-I ERBAA

Dört unsur. Unsurların çoğul haline anasır denmektedir. Çeşitli cisimlerin kendisinden meydana geldikleri asıl'a unsur adı verilir.
Anâsır-ı erbaa felsefî bir terimdir. Anâsır-ı erbaa, yaşanılan alemde var olan nesnelerin asılları olarak farzedilen ateş, su, hava ve topraktır. Bu terim, felsefe tarihi içerisinde çeşitli teorilerin kalkış noktası olmuştur. Bu terime ilk defa eski Yunan düşüncesinde rastlanır. Sicilyalı Empedokles'in ilk olarak bu fikri ortaya attığı söylenmektedir. Empedokles'e göre, sevgi ve nefret kâinattaki devamlı ve değişmez unsurdur. Heraleitos da kâinatta değişme ve hareket olduğunu; bu dört ana unsurdan biri olarak düşündüğü ateş'teki değişmeden ilham alarak öne sürmektedir.
Eski inanç ve felsefeler, insan ve kâinatın, toprak, su, hava ve ateş gibi dört temel maddeden hasıl olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu dört temel unsurdan; kuruluk, rutubet, sıcaklık ve soğukluğun da ortaya çıktığı söylenmiştir .
Bu görüş bazı İslâm filozoflarına da tesir etmiştir. Fârâbî'ye göre bu alem, göklerdeki feleklerin yardımı ile ilk dört unsurun varlığının illetidir. O, bu dört unsurun madde ile ilgileri bulunmayan saf suretler olduğunu belirtir ve devamlı hareket halinde bulunan fikirler olduğunu söyler. Bunun sonucu olarak faal aklın Ay'ın altında ve arzın üzerinde bulunan alemi idare etmekte olduğu sonucuna varır. Aynı şekilde on aklın doğrudan veya dolayısıyla Vacibü'l-Vücut'tan geldikleri için ilâhî mahiyette oldukları kabul edilir. Alemin kendisinden meydana geldiği anâsır-ı erbaa da, bu ilâhî iradeye tâbi olur. Çünkü bütün eşya ve akıllar, varlıklarını ve kudretlerini bir olan yaratıcıdan almışlardır. Sonuç olarak Fârâbî, bu âlemin ilâhî iradenin bir tecellisi olarak dört unsurun birbiriyle karışımı, bileşimi veya çözülmesinden meydana geldiğini söyler.
Ana çizgisi itibariyle vahdet-i vücudcu bir anlayış özelliği gösteren bu mesele, Batı tesirinde kalan felsefî bir kâinat açıklaması olarak göze çarpmaktadır. Dikkati çeken yönü, müslüman ilim adamlarının bu "faraziye" niteliğindeki görüşe dayanarak bazı açıklamalar yapmış olmasıdır.

ANKEBUT SÛRESİ

Kur'an-ı Kerîm'in yirmidokuzuncu suresi. Mekke'de nazil olmuştur. Altmışdokuz ayet, yediyüzseksenbeş kelime, dörtbinikiyüzonbir harften ibarettir. Fâsılası mim, nûn, râ harfleridir. Adını kırkbirinci ayetinde geçen "Ankebût" kelimesinden almıştır. Ankebût, örümcek demektir. Ayetin bütünü içinde şu şekilde kullanılmıştır:
"Allah'tan başka veliler (Dostlar, yönetici ve liderler) edin(ip onlara bağlan)anlar (kendisine) bir ev edinen örümceğe benzerler. Evlerin en çürüğü örümcek evidir. Keşke bilselerdi. " (29/41).
Burada kâfirlerin kurdukları düzen ve sistemler, sürdürdükleri yönetimler son derece zayıf ve her an yıkılmağa ve çökmeye hazır olduğundan en zayıf bir yapı olan örümcek ağına benzetiliyor. Örümcek ağı bir ev ve barınak olarak ne kadar çürük ise, kâfirlerin tapındığı putlar, tutundukları tâğût ve düzenler o kadar aciz ve o kadar zayıftır.
Ankebût suresi Mekki surelerdendir. Bazı rivayetlere göre baş tarafındaki onbir ayet Medine'de nazil olmuştur. Zira bu kısımda cihad'dan ve münâfıklardan söz edilmektedir. Ancak sekizinci ayetin Sa'd ibn Ebi Vakkâs hakkında nazil olduğu bilindiğinden bu surenin Mekke'de hicret günlerine yakın bir zamanda indiği görüşü kuvvet kazanmaktadır. Böylelikle surenin bütünü için Mekki demek daha uygundur. Surenin başındaki cihat ile ilgili kısımlar bilinen "kıtal" anlamında değil, müşriklerin işkence ve zulümlerine karşı sabredip insanın nefsiyle cihat etmesi anlamında kullanılmıştır .
Surenin sebeb-i nüzûlü hakkında üç rivayet zikrediliyor:
1-Ammâr b. Yâsir, Ayyâş b. Ebi Rebîa, Velid b. Velid ve Seleme b. Hişâm Mekke'de işkence çekiyorlardı. Ammâr'ın annesi, Ebu Cehil tarafından feci bir şekilde dövülmüş, sıcak günde demir zırh giydirilerek güneşin altında eziyet edilmişti. Sure bu eziyetlere sabredilmesi gerektiği hakkında nazil olmuştur.
2-Mekke'de birtakım insanlar İslâm'a girmişlerdi. Hicret ayeti nazil olunca ashab-ı kirâm Medine'den bunlara "Hicret etmedikçe ikrarınız kabul olunmayacak, derhal Medine'ye geliniz" diye haber göndermişlerdi. Bunlar derhal Medine'ye doğru yola çıktılar. Müşrikler bunları takib ederek geri çevirdiler.
Bu sefer de Medine'den onlara "hakkınızda şöyle şöyle ayetler nazil oldu" diye haber gönderdiler. Bunlar da tekrar yola çıktılar. Müşrikler yine onları takib ettiler. Aralarında çarpışma çıktı. Müslümanların kimi şehît oldu, kimi kurtuldu. Bu olay ile ilgili hükümler nazil olmuştur.
3- Bedir savaşında ilk şehit olan Mihca' b. Abdullah hakkında nazil olduğu da rivayet edilir.
Sure baştan sona bir tek çizgi üzerinde toplanmaktadır. Önce iman ve imtihandan söz etmekte, kaynağının ruhlarda olduğu açıklanan gerçek iman mükellefiyetlerine değinmektedir. Buna göre iman dille söylenip geçilen bir söz değil, zorluklara ve sıkıntılara karşı dayanmak ve sıkıntılarla yüklü bulunan ilâhî emirleri sabırla taşımaktır. Bu surenin temel ekseni budur.
Bir gün Resulullah (s.a.s.) "Gerçekten Aziz ve Celîl olan Allah bana dünya hazinelerini ve arzulara uymayı emretmedi. Ben ne altın ne de gümüş biriktirmedim. Yarın için bir rızık ayırmadım." buyurdu. Bir topluluk Resulullah'a gelip: "Ey Allah'ın Resulü, biz sana inanırız. Fakat biz sayıca çok azız. Bedeviler daha çoktur. Bizim sayımız onların sayılarına eriştiği vakit biz de inanır ve bol rızka kavuşuruz." dediklerinde bu surenin altmışyedinci ayeti indi: "Çevrelerinde insanlar kaçırılıp zulmedilirken, Biz'im Mekke'yi mukaddes ve emin bir belde yaptığımızı onlar görmüyorlar mı? Yoksa batıla inanıp da Allah'ın nimetine küfür mü ediyorlar?" (29/67)
Ankebût suresinde Cenâb-ı Hakk'ın emrettiği düsturları şöylece sıralayabiliriz:
Allah'dan başkasına ibadet edenlerin amellerinin örümcek ağı kadar dayanıksızlığı ve amellerinin boşuna olduğu,
Mü'minlerin kâfir toplum ve yönetimlerin hükmü altında yaşarken sıkıntıya uğramalarının kaçınılmaz olduğu, ancak Allah'ın ahirette bunları mükâfatlandıracağı.
Sure, Allah'a iman ile bu yolda çekilen sıkıntılar mihveri etrafında dönüyor. Sure hemen: "İnsanlar, "inandık" demekle bırakılacaklarını mı sanıyorlar?" diye başlıyor. Bu hususta dayanmanın lüzumuna işaret ediyor. Eğer insanların işkencesi mazeret gösterilecek olursa, Allah'ın azabının daha şiddetli olduğu belirtiliyor.
Allah Resullerinin, Allah'ın rızasını elde etmek için çalışmaları sırasında başlarına gelen sıkıntılara katlandıkları ve hayırlı neticeler elde ettikleri, buna karşılık onları yalanlayan ve inananlara işkence eden zâlimlerin helâk olduğu, ifade ediliyor.
Cenâb-ı Allah, kendisine iman edenleri teselli etmek için, insanlık tarihinden misaller veriyor. ilk önce Hz. Nuh'u örnek gösterip onun Allah yolunda 950 yıl mücadele ettiği ve bu kadar çabasına rağmen ancak pek az sayıda insanı yola getirebildiği ifade ediliyor. Daha sonra sırasıyla Hz. İbrahim, Hz. Lut ve Hz. Şuayb'i zikredip bunların hayatlarından, mücadelelerinden misaller veriyor. Salih ve müminlerin ahiret mükâfatını kazandığını; Âd, Semûd gibi kâfir ve zalim kavimlerin, Firavûn, Kârûn ve Hâmân gibi maddeperest ve düzenbaz kimselerin helâk olduklarını bildirip, müminleri, Allah yolundaki mücadelelerinde direnmeye davet ediyor.
Ayrıca Allah'ın diniyle çelişen isteklerde bulunmaları hâlinde, ana-babaya itaat edilmemesi gerektiği,
Kur'an-ı Kerîm'in Rabbimiz'in yüce mucizelerinden biri olduğu, İslâm'a düşmanlık eden kimselerin uğrayacakları kötü sonun hak olduğu; Müminlerin ise Allah'u Teâlâ tarafından sonsuz nimete kavuşacakları, dolayısıyla dünyada bedbin durmamaları gerektiği, Allah yolunda mücadele edenlerin emeklerinin kayıp olmayacağı,
Gerçekten dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğu ve geçici bir hayat oluş gerçeği ile insanların varacakları ahiret hayatının devamlı ve müminlere ikram edilecek uhrevî nimetlerinin ebedî olduğu,
Allah'a iftira edenlerin elbette acıklı azaba uğramayı hak ettikleri düstûrlar hâlinde belirtilir.
Ayrıca Ankebût Hz. Peygamber'in Hicret'i sırasında Sevr Dağı'ndaki Hıra Mağarası'na Hz. Ebû Bekir ile birlikte sığındığında mağaranın kapısını anında ördüğünden dolayı da İslâm tarihinde ayrı bir kavram olarak geçmektedir. Mekkeli müşrikler Resulullah'ı öldürmek üzere Mekke'den çıkıp etrafı aradıklarında küçük bir kafilenin Hıra Mağarasına vardığını gördüler. Ve develerin izini takip ederek oraya ulaştılar. Fakat Mekkeliler Hıra Mağarası'na geldiklerinde mağara kapısının bir örümcek tarafından ağla örülmüş olduğunu ve bir çift güvercinin orada kurdukları bir yuvada yumurtladıklarını görmüşlerdi. Kureyşli müşrikler bu durumda mağarada kimsenin olabileceğine asla ihtimal vermeden geri döndüler. İşte Ankebût (örümcek) İslâm tarihine bu şekilde bir kavram olarak geçmiştir

ARAFÂT

Mekke'nin yirmi km. uzaklığında ve doğusunda bulunan bir dağ. Aynı adı taşıyan ova içinde yaklaşık yetmiş metre kadar yükseklikte bir tepe görünümündedir. Tepeye koyu yeşil taş yığınları hakimdir. Arafât'a "Cebelü'r-rahme" (Rahmet Dağı) da denir.
Hac-ibadetinin rükünlerinden biri olan Vakfe'nin* yapıldığı yer olmasından dolayı büyük bir önem taşımaktadır. Bu dağın, ismini nasıl aldığı hakkında çeşitli görüşler vardır:
Rivayetlere göre Hz. Âdem (a.s.) ile eşi Hz. Havva Cennet'ten çıkarıldıktan sonra yeryüzüne indirilmiş ve bir müddet ayrı kalıp nihayet Arafât Dağı'nda buluşmuşlardır. Buluşma anlamına gelen "Ta'arrefe" kelimesinden alınmış ve buraya Arafât denmiştir. Bu ismin ve rivayetin Hz Âdem (a.s.) zamanından beri nesilden nesile aktarılmış olduğu ifade edilmektedir. ismin nereden geldiğine dair diğer bir rivayet de hacıların Arafât dağındaki vakfeleri sırasında Allah'ın yüceliğini, kendilerinin ihtiyaç ve kulluklarını "i'tiraf" ettiklerinden dolayı buraya Arafât adının verildiği söylenmektedir. Bu konu ile ilgili diğer bir üçüncü görüş ise şöyledir: Hac ibadetinin önemli bir rüknü olan vakfeyi tamamlayanlar manevî bir kokuya ("Arf") büründükleri için bu anlamda bu dağa Arafât adı verilmiştir.
Cenâb-ı Hak bu dağın adım Kur'an-ı Kerim'de söyle zikretmiştir: "..Arafât'tan ayrılıp (seller gibi) akın edince Meş'ar-i Harâm'da* Allah'ı zikredin.. " (el-Bakara, 2/198).
Hac ibadetini yerine getirmek üzere orada bulunan müslümanlar Terviye'den (yani Zilhicce'nin sekizinci günü sabah namazını Mekke'de kıldıktan) sonra Mina'ya, sonra Arefe günü sabah namazını kıldıktan sonra Arafât'a çıkarlar. Haccın farzlarından biri olan vakfe Arefe günü zeval vaktinden başlar, nahir günü yani bayramın birinci günü sabah namazı vaktine kadar süren zaman içinde yapılır. Genellikle Arefe günü akşamı Arafât'tan ayrılma işlemleri başlar.
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bir hadîsine göre Arafât'ın her yeri vakfe yeridir. Buna göre vakfe için belli bir yer söz konusu değildir. Arafât dağında vakfe sırasında Allah'a dua etmek ve isteklerde bulunmak müstehabtır. Arefe günü Arafât'ta vakfe yapmanın önemi ve fazileti hakkında Resulullah şöyle buyururlar: "Cenâb-ı Hakk'ın, Arefe günü (vakfe sırasında) Cehennem'den azad ettiği kulların sayısı diğer günlerde azad edilenlerle kı yaslanmayacak kadar çoktur. Allah, Arefe günü vakfe yapanlara yaklaşır. Sonra onlarla meleklere karşı iftihar ederek 'bunlar ne istiyorlar ki bütün işlerini bırakıp burada toplandılar' der." (Müslim, Hacc, 1348). Ebû Katâde Peygamber Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Ben Allah'dan umuyorum ki Arefe günü tutulan oruç, içinde bulunulan seneden önceki ve sonraki seneye keffâret olur. " (İbn Mâce, Siyam,40; Dârimî, Savm, 54; Ahmed b. Hanbel, V, 296-297). Bu hadis şöyle yorumlanır: Eğer küçük günahlar işlemişse yahut işleyecekse onlar afvedilir, eğer küçük günahı yoksa büyük günahları hafifletilir, büyük günahı da yoksa derecesi yükseltilir (et-Tâc, el-Câmi'u li'l-Usûl, II, 95). Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyrulur: "Ben şurada kurban kestim, Mina'nın her tarafı bir kurban yeridir. Konakladığınız yerde kurban kesiniz. Ben şurada vakfe yaptım. Arafât'ın her tarafı vakfe yeridir..." (Müslim, Hacc)

AREFE
Zülhicce Kamerî ay'ının dokuzuncu günü. Yani Kurban Bayramından bir önceki gün demektir. Türkiye'de Ramazan Bayramı'ndan bir gün öncesine de Arefe günü denir. Bu günde hacılar Arafat Dağı'na çıkarlar. Hacıların buradaki duruşlarına Vakfe* adı verilir. Resulullah'ın Arefe günü hakkında şöyle dediği kaydedilir:
"Arefe günü vakfe sırasında Cenâb-ı Hakk'ın Cehennem'den azat ettiği kulların sayısı diğer günlerde azat edilenlerle kıyaslanmayacak kadar çoktur. Allah, Arefe günü vakfe yapanlara yaklaşır. Sonra onlarla meleklere karşı iftihar ederek 'bunlar ne istiyorlar ki bütün işlerini bırakıp burada toplandılar' der." (Müslim, Hacc, 1348). Ayrıca şu hadis de o gün yapılacak amelin kazandıracağı sevabı bildirir: "Cenâbı Allah'ın Arefe günü oruç tutanların ikinci ve daha sonraki yıllarının günahlarını örteceğini ümid ederim." (Müslim, Sıyâm, 1162). Ancak Arefe günü vakfe yapacak hacıların oruç tutmamaları müstehaptır. Fakat hacı olmayanların oruç tutmaları mübahtır.
Arefe günü Arafat'ta vakfeye duran hacılar topluluğu mahşerin küçük bir örneğini gösterirler. Bütün hacılar, siyahı, esmeri, beyazı ve kızılı tamamen eşit şartlarda, aynı tip elbiseye bürünmüş, emîri-me'muru, zengini-fakiri, hep bir arada ihramlar içinde başları açık, yalınayak vakfeye durmuş Allah'a yalvararak günahlarının bağışlanmasını isterler. Sosyal yönden büyük bir eşitlik arzeden bu manzara İslâm'ın insana bakış açısını göstermektedir

ÂRİYET
Geçici olarak, vadesiz alınan yahut verilen şey, ödünç.
Âriyet veya âriyyet, emanet verilen şeye veya âriyet akdine ait bir isimdir. "Âre" fiilinden alınmış olup, mastarı gidip-gelmek demektir. Teâvür' den geldiği de söylenmektedir. Emanet bir şey istemek âr ve ayıp olduğu için "âr" kelimesine nisbet edilmiştir. Ancak Hz. Peygamber de âriyet aldığı için, bu akdin ayıp bir iş olmadığı söylenmiştir (el-Mu'cemü'l- Vasît, I-II, s. 642; es-Serahsî, el-Mebsût, XI, 133; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, VII, 99 vd.; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, IV, 524).
Es-Serahsî ve Malikiler âriyet vermeyi şöyle tarif ederler: "Âriyet akdi, yararlanmayı bir bedel olmaksızın temlîk etmektir." Şafiî ve Hanbelîlerin tarifi ise şöyledir: "Âriyet akdi, yararlanmayı bedelsiz olarak mübah kılmaktır." Yine âriyet, bir malın birine meccânen, yani herhangi bir bedel almaksızın ve geri alınmak üzere temlîk olunmasıdır. (es-Serahsî, a.g.e., XI, 133; el-Mevsılî, el-İhtiyar, III, 55; Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, IV, 144, 145).
Buna göre, âriyet akdi, bir maldan meccânen yararlanmayı sağlayan bir akittir.
Âriyet akdinin meşrû oluşu Kitap, Sünnet ve İcmâ delillerine dayanır.
Kur'an-ı Kerim'de doğrudan âriyet akdinden söz eden bir ayet yoktur. Ancak karşılıklı yardımlaşmayı teşvik eden, yardımlaşmayı engelleyenleri kötüleyen ayetler bu akdi de kapsamına alır.
Ayetlerde: "İyilik ve takvâ üzerine yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın" (el-Mâide, 5/2); "Onlar zekâtı da menederler" (Mâûn, 107/7) buyurulur. Zekât olarak ifade edilen "mâûn" çeşitli tefsirlerde kap-kacak, çanak-çömlek, iğne, balta, kova, su, ateş ve tuz gibi âriyet olarak verilmesi âdet olan şeylerdir (Hafîdu İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, Mısır (t.y), II, 359). Bu iki ayet, insanların muhtaç oldukları şeyleri birbirine âriyet yoluyla vererek ihtiyaçlarını gidermelerini öngörmektedir. Bu mendûb bir ameldir.
Resulullah (s.a.s.), Ebû Talha'dan emanet olarak bir at aldı ve ona bindi (Buhârî, Müslim, Enes b. Mâlik'ten, Ahmed b. Hanbel, eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, V, 299). Başka bir hadiste şöyle buyurulmuştur: "Hz. Peygamber Huneyn gününde Safvân b. Ümeyye'den bir zırhı emanet olarak aldı. Bunun üzerine Safvân şöyle dedi: "Bunu gasp olarak mı aldınız ya Muhammed." "Resûlullah (s.a.s.): Hayır, tazmin edilecek bir âriyet olarak aldım. " buyurdu. " (Ebû Dâvud, Nesâî, Ahmed b. Hanbel, Zeylaî, Nasbü'r-Râye, IV, 116; eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, V, 299)
Hanefilere göre âriyet akdinin rüknü, malın sahibinin icab (teklif)ından ibarettir. Âriyeti alanın kabûlü ise istihsâna göre bir rükün olmayıp, kıyasa göre rükün sayılır (el-Kâsânî, a.g.e, VI, 214).
Âriyet akdinin şartları: a) Âriyet verenin âkil (akıllı) olması gerekir. Hanefilere göre bülûğ şartı yoktur. Diğer fakihlere göre ise, âriyet verenin teberrua ehil olması gerekir. b) Âriyet isteyenin kabzı. Çünkü bu, bir teberrû akdidir. Âriyet hükmü, hibede olduğu gibi kabzsız sabit olmaz. c) Âriyet verilen şeyden istihlâk edilmeksizin yararlanmanın mümkün olması (el-Kâsânî, a.g.e, VI, 214; Vehb ez-Zühaylî, el-Fıkhu 'I-İslâmî ve Edilletühu, V, 56-57)
İslâm âlimleri ev, arazi, elbise, hayvan, nakil aracı gibi devam etmesiyle birlikte kendisinden yararlanmak mümkün olan her şeyde âriyet akdinin geçerli olduğunu kabul ederler.
Harbîye silâh ve atı; mümin olmayana mushafı ve bu nitelikteki kitabı âriyet olarak vermek haramdır (es-Şirâzî, el-Mühezzeb, I, 363).
Âriyet akdi mutlak ve mukayyed olmak üzere iki kısma ayrılır: 1) Mutlak âriyet: Bir kimsenin bir şeyi, bizzat kendisinin mi yoksa başkasının mı kullanacağı ve nasıl kullanılacağı gibi hususları belirtmeden âriyet olarak almasıdır. Bir hayvanı binmek veya yük yüklemek için aldığını belirtmeden âriyet almak gibi. Bu durumda örfe göre sahibi imiş gibi hareket edebilir (es-Serahsî, a.g.e, XI, 144; el Kâsânî, a.g.e, VI, 215; İbnü'l-Hümâm, VII, 107; İbn Âbidîn, a.g.e., VI, 527). 2) Mukayyed âriyet: Bu, süre ve yararlanma veya bunlardan birisi hakkında kayıt konulmuş âriyettir. Burada mümkün olduğu kadar kayda uyulur (el-Kâsânî, a.g.e, VI, 215-216; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., VII, 107 vd.; es-Serahsî, a.g.e., XI, 137 vd.)
Âriyet verenin borçları: Âriyet verilen şeyi teslim etmek. Âriyet alanın aldığı şeyden yararlanabilmesi için, malın kendisine teslim edilmiş olması gerekir. Çünkü âriyet malı kullanmak ona sahip olmayı gerektirir.
Faydalanmaya elverişli malı vermek. Bazı mallardan yararlanma ancak istihlâkla mümkün olur. Bunlar ölçü, tartı veya sayıyla satılan misli şeylerdir. Nakit para, buğday, şeker gibi. Bazı mallar tüketilmeksizin yararlanmaya elverişlidir. Bu tür kullanım şekline "âriyet" denir.
Yararlanmanın karşılıksız olması. Âriyet veren kimse malı kullanandan ücret isteyemez. (Mecelle, mad: 812) Eğer maldan yararlanma karşılığında bir bedel sözkonusu olursa bu akde "kira akdi" denir (es-Serahsî, a.g.e, XI, 133; İbn Rüşd, a.g.e, II, 359; el-Mevsılî, el-İhtiyâr, III, 55; Bilmen, a.g.e., IV, 144)
Âriyet verenin hakları: Âriyet verilen şeyi geri isteme. İmam Ebû Hanîfe ve İmam Şâfiî'ye göre âriyet akdi her zaman feshi mümkün olan bir akittir. Âriyet veren dilediği zaman verdiği şeyi geri isteyebilir (el-Kâsânî, a.g.e., VI, 216; Mecelle, madde: 807)
Âriyet verilen şeyin akde veya şeyin niteliğine yahut tahsis maksadına uygun olarak kullanılmasını istemek.
Âriyet alanın aldığı şeyi, mülk sahibinin istemesi veya sürenin sona ermesi üzerine geri vermesi gerekir. Âriyet malı belirlenen şartlara veya örfe göre kullanmak; bu konuda sınırı aşmamak gereklidir. Âriyet verilen şeyin koruma ve bakım masraflarını âriyet alanın karşılaması asıldır. Bu malı kendi mülkü gibi koruması gerekir.
Âriyet alanın, emanet malı aşırı bir şekilde kullanması ve bu yüzden telef olması hâlinde, bedelini ödemesi gerekir (Mecelle, madde: 814) Mal sahibi emaneti geri istediği hâlde, âriyet alan vermez ve bu arada telef olursa yine bedelini öder (es-Serahsî, a.g.e., XI, 143; el-Kâsânî, a.g.e, VI, 216; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, VI, 215). Hadiste: "El, aldığı şeyden onu geri verinceye kadar sorumludur " (Ebû Dâvud, Büyû, 88; İbn Mâce, Sadakât, 5; A.b. Hanbel, V, 8, 13)
Âriyet şeyin izinsiz olarak üçüncü kişiye verilip zayi olması da bedelin ödenmesini gerektirir (es-Serahsî, a.g.e., XI, 144)
Şu durumlarda âriyeti tazmin gerekmez: Normal olarak kullanılırken zayi olan âriyet. Âriyet, âriyet alanın elinde emanet hükümlerine tabidir. Emanet, kasıt veya ihmal olmadıkça tazmin edilmez. (Mecelle, madde: 813) Kullanma şekli sınırlandırılmış âriyette sınırı aşmaksızın kullanmaktan dolayı mal zayi olsa bedelin ödenmesi gerekmez. Kullanma için şart konulmamışsa bu konuda örfe uyulur (İbn Rüşd, a.g.e, II, 360).
Âriyet akdi, âriyet verenin malı geri istemesi veya taraflardan birisinin vefat etmesi yahut da kullanma süresinin bitmesiyle sona erer. (es-Serahsî, a.g.e., XI, 143; el-Kâsânî, VI, 215; Bilmen, a.g.e, IV, 198, 201)

ARZ-I MEV'UD

Va'dedilmiş yer. Hz. İbrahim ve onun soyundan gelenlere verileceği va'dedilen arazî. Bu tabir Kur'an-ı Kerîm'de "Bereketli arz" olarak kaydedilmektedir. (el-Enbiyâ, 21/71) Hz. Yusuf (a.s.)'ın Mısır'a götürdüğü İsrailoğulları zamanla Firavunların yönetimi altında zulme uğramış, mustaz'af* bir kitle haline gelmişti. Kur'an'da Hz. Musa (a.s.)'ın onlara şöyle dediğini biliyoruz. "Ey Kavmim, Allah'ın size takdir ettiği Arz-ı Mukaddes'e girin arkanıza dönmeyin. Yoksa hepiniz nice zararlara uğrayanlardan olursunuz. " (el-Mâide, 5/12). Hz. Musa'nın sözleriyle Allah'ın İsrailoğullarına mukaddes kıldığı belde bildirilmiş ise de bunun neresi olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Ken'an ili olarak bilinen yer Filistin, Şam, Ürdün'deki Ken'an bölgesi yahut Kudüs şehri midir, bu hususta kesin bir bilgiye sahip değiliz. Ancak o dönemlerde bu bölgede büyük bir devlet hüküm sürdüğünden, israiloğulları buraya gelmek istememişler, bunun için de Hz. Musa'ya: "Git sen ve Rabbin, savaşınız; biz buracıkta oturacağız" demişlerdi. (el-Mâide, 5/24) Bundan sonra İsrailoğulları'nın buraya gidemeyeceği, ancak bu bölgeye salih kulların mirasçı olacakları Hz. Dâvud'a vahyedilen Zebur'da belirtilmiştir: "Andolsun ki biz zikir (Tevrat)'dan sonra (Davud'a indirilen) Zebûr'da yazdık ki. "Arz'a (arz-ı Mev'ud 'a) benim salih kullarım varis olur."(el-Enbiyâ, 21/105). Arz-ı Mev'ud'un değerini takdir edemeyen İsrailoğulları yeryüzünün salihleri olamamış fakat daima bunun özlemini duymuş ve bu toprakları ele geçirmek için her türlü hileye başvurarak her şeyi mübah görmüşlerdir. Arz-ı Mev'ud Müslümanlar, Hristiyanlar ve Yahûdiler tarafından kutsal kabul edildiği için her üç ümmet de buraları ele geçirme gayreti içine girmiş ve bu bölgede tarih boyunca mücadeleler sürmüştür. Yahudiler Allah'ın Peygamberlerini öldürüp onun dinine ve emirlerine sırt çevirdiklerinden Allah onların bu kutsal yerlere mirasçı olamayacaklarım belirtmiştir. Yukarıda ifade edildiği gibi yeryüzüne Allah'ın salih kulları varis olacaktır. Bu ilâhi hüküm bütün kutsal kitaplarda mevcuttur. (bk. el-Enbiyâ, 21/105; Mezmurlar, 37/29, 69/32-36). İslâm'dan önceki dinler ve Hz. Peygamber'den önceki kutsal kitap ve şerîatler, Kur'an ile neshedildiği için, bütün insanların İslâm'a ve Kur'an'a tabi olması halinde Allah'ın salih kulları olmaları mümkündür. Arz-ı Mev'ud'a ancak Allah'ın son şerîatı olan İslâm'a iman etmekle vâris olunabilir.



__________________

Click the image to open in full size.
Click the image to open in full size.
Click the image to open in full size.
cerosh is offline cerosh isimli üyenin yazdığı bu Mesajı değerlendirin.   Alıntı ile Cevapla