|
ASHÂBU'R-REY
Görüş, akıl fikir ve tedbir sahibi kimseler. Rey taraftarları, reyciler.
Terim olarak rey; ortaya çıkan yeni bir meselenin hükmünün Kur'an-ı Kerim ve hadislerde açıkça bulunamaması durumunda umumî prensipler ve İslâm'ın ruhundan hareket edilerek akıl ve kıyasla varılan netice ve çıkarılan hükme denir. Sahabe ve Tabiînin ilk döneminde bu anlamda kullanılan rey, tabiîn devrinin sonlarına doğru kıyası ifade etmek için kullanılmıştır.
Rey ekolü sahabe devrinden itibaren başlamıştır. Sahabe'den bazıları Hz. Peygamber (s.a.s.)'den hadis vârid olmayan hususlarda kendi rey ve ictihadlarıyla hüküm verme yolunu tutmuşlardı. Zaten bu ruhsatı bizzat Peygamber Efendimiz (s.a.s.) vermiştir. (Ebû Dâvud, Akdiye, 11).
Hz. Peygamber (s.a.s.) devrinde teşrî vahye dayanıyordu. Vahiy devam ettiği için re'y ve ictihada geniş çapta lüzum yoktu. Ancak bununla beraber Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bazen re'y ve ictihadiyle hüküm verdiği olmuştur. Meydana gelen meseleler hakkında bizzat Hz. Peygamber hüküm verdiği için bir itiraz ve ihtilaf sözkonusu olmazdı.
Hz. Peygamber'in vefatından sonra, İslâm devletinin sınırları genişleyip müslümanlar birçok yerlere dağılıp değişik toplumlarla temasa geçtiklerinden problemler çoğalmış, bu problemlerin çözümü hususunda değişik ictihadların ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştu.
İslâm alîmlerinin her bir grubu kendi görüş ve ictihadı için uygun deliller aramış ve ayrı ictihadlarda bulunmuşlardır. Hadis'e dayanarak görüş ve ictihadlarını açıklayanlar fıkıh meselelerini inceleme ve çözümünde izledikleri usûle göre iki kısma ayrılmıştır. Bir kısmı nasslara bağlı kalmıştır. Bunlara "Ehl-i Hadîs"* adı verilir. Diğer bir kısmı nassların illetlerini inceleyip kıyas yoluyla yeni hükümler verme yolunu izlemişlerdir ki bunlara da "Ehl-i Re'y" adı verilmiştir. Ehl-i Hadîs'in merkezi Medine'de (Hicâz Ekolü), Ehl-i Re'yin merkezi ise ırak'ta (ırak Ekolü) idi. (Osman Keskioğlu, Fıkıh Tarihi ve İslâm Hukuku, 67).
Her iki grubun mensupları da derece farkıyla hadis ve re'yi kabul etmektedirler ve aralarında karşılıklı temaslar ve düşünce alış verişleri olmuştur. ırak'ta Ahmed b. Hanbel (241/-. 855) gibi hadis taraftarları olduğu gibi Hicaz'da da İmam Mâlik ( 179/795) gibi re'ye önem veren bilgin ve müctehidler vardı. İmâm Şafiî (204/819) ise bu iki grup arasında yer almıştır.
Ehl-i re'y arasında başta sahabîlerden Hz. Ömer, Hz. Ali ve Abdullah İbn Mes'ud'u zikredebiliriz. Tabiîn'den de:
1- Alkame b. Kays en-Nahâî (62/ 681 ),
2- Mesruk b. el-Ecda' el-Hamdânî (63/682),
3- Kadı Şureyh b. Haris b. Kays (78/697 veya 80/699),
4- Saîd b. Cübeyr (95/713), 5- Habib b. Ebi Sabit el-Kâhilî (119/737),
6- İbrahim en-Nehâî (95/713),
7-Hammâd b. Ebi Süleymen (Ebu Hanife'nin hocası) (120/738), gibi alimler kaydedilmektedir.
İbn Kuteybe "el-Maarif" adlı eserinde "Re'y Taraftarları" başlığı altında şu isimleri zikretmiştir: İbn Ebi Leyla (148/765), Ebu Hanîfe (150/ 767), Rabîatu'r-Re'y diye meşhur olan Rabia bint Ebi Abdurrahman (136/753), Züfer b. Huzeyl (158/ 774), Abdurrahman b. Amr el-Evzaî (157/774), Süfyan es-Sevrî (161/778), İmam Ebu Hanifenin talebeleri ve Ebu Yusuf (182/798) ve Muhammed b. el-Hasan eş-Şeybânî (189/804)
Aslında "Ehl-i Re'y". (Re'y taraftarları) deyimi, hükümlerde re'y ile ictihad eden herkesi kapsamakta olup bütün İslâm âlimleri buna dâhildir. Çünkü müctehidlerin hepsi, ictihadlarında akıl ve re'ye başvurmadan yapamazlar. Ancak bu deyim, "halk-ı Kur'ân" meselesi ortaya çıktıktan sonra raviler tarafından ıraklılar'a yani Ebû Hanife ve ona tâbi olan Kûfeli fakihlere ad olarak verilmiştir. Onun için ehl-i Re'y denilince ilk etapta hanefî fukahası akla gelir.
Hanefîler'in "Re'y taraftarları" diye adlandırılması hüküm çıkarırken re'yi çok iyi kullanmalarından ileri gelmiştir. Yoksa ırak'ta veya Medine'de, yani fıkhın bulunduğu her yerde re'y de vardır. Ayrıca bu tabirin Ebû Hanife ve taraftarları için kullanılması onları küçümsemek için değildir. Bu, onların kendi görüşlerini, sünnete ve sahabilerin ictihadlarına tercih ettiklerini söylemek gayesini de gütmez. Çünkü Ebu Hanîfe ve arkadaşları böyle bir anlayışa sahip değildirler. (Muhammed Zâhid el-Kevserî, Hanefî Fıkhının Esasları, Trc. Abdulkadir Şener, Cemal Sofuoğlu 20, 21)
Ehl-i Re'y fukahasının başı sayılan ve aynı zamanda kıyas üstadı olan Ebu Hanife, ictihadlarından şu metodu takip ederdi: Önce Kur'ân-ı Kerim'e başvururdu. Kur'ân'da bir hüküm bulamadığı zaman Sünnete başvururdu. Sünnet'te de bulamazsa âlimlerin icmâını kabul ederdi. Bir konuda İcmâ' da yoksa sahâbîlerin söz ve uygulamalarına bakardı. Sahâbiler'in ittifak ettikleri görüşü tartışmasız benimser, ihtilafa düşmeleri halinde onlardan birisinin görüşünü tercih ederdi. Tabülerin görüş ve fetvalarına uymayı zorunlu bulmaz ve: "Onlar nasıl insan iseler biz de öylece insanız" yani biz de onlar gibi ictihad ederiz derdi.
Kıyas, Ebu Hanife'nin çok iyi kullandığı bir metod idi.
İstihsân, yani maslahattan dolayı kıyası terkedip daha uygun bir hükme varmak ve örf ve teâmül gibi geri kaynaklara dayanarak rey'ini ortaya koyardı.
Re'yi kabul edenler onun metodu hakkında görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Şâfiîler'e göre re'y metodu kıyastan başka bir şey olamaz. Hanefiler bunun yanında istihsan prensibini de getirmişlerdir. Mâlikîler'le Hanbelîler'in bir kısmı, re'yin manasını daha da genişleterek kıyası, istihsanı ve "mesail-i mürsele"yi de kabul etmişlerdir. (M. Ebu Zehrâ, a.g.e., 69
ASHÂBU'S-SEBT
Cumartesi anlamına gelen Sebt günü, çalışmaları ve özellikle balık avlamaları kendilerine yasaklanmış bir Yahudi kavmi için kullanılan Kur'anî bir tabir. "Cumartesi tatiline saygı duymaları emredilmişken bunda görüş ayrılığına düşen Yahudilere (tatil yapmaları) farz kılındı. (en-Nahl, 16/124). Yahudiler, kendilerine bunun farz kılınmasına rağmen bu farza kulak asmayıp sınırı çiğneyerek hadlerini aştılar (el-A'râf, 7/163). Bundan dolayı da lânete uğratıldılar. (en-Nisâ, 4/47). Yahudiler Allah'ın emir ve yasaklarına uymayıp kendi hevâ ve heveslerine tabi olduklarından dünya ve ahirette cezalandırıldılar. Bu da gerek çağdaşları oldukları insanlar ve gerekse daha sonra gelecek nesiller için büyük bir ibret kılındı.
"... Cumartesi günü haddi aşanları bilmişinizdir. Bunun üzerine onlara hor ve hakir maymunlar olun demiştik. Biz bunu orada bulunup görenlere bir ibret, muttakîlere de bir öğüt kıldık." (el-Bakara, 2/65-66).
Bu Kur'anî ifadelerden anlaşıldığına göre Yahudiler Allah'ın emir ve yasaklarına uymadıkları ve verdikleri sözde durmadıkları için kötü bir cezaya çarptırılarak maymunlar hâline getirildiler. Bunların maymun kılınmaları meselesinde gerçek maymun suretine mi sokuldular, yoksa maymun kılıklılar hâline mi getirildiler şeklinde bir görüş ayrılığı sözkonusudur. Ancak müfessirlerin büyük bir çoğunluğu bu Yahudiler'in dış görünüşleri itibariyle maymuna dönüştürüldüklerini ifade ederken, bazıları da bunların temsilen maymun kılıklı insanlar diye ifade edildiği kanaatindedirler.
ASHÂBU'S-SUFFE
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in mescidine bitişik sofada barınan ve islâmî tedrisatla meşgul olan sahabiler.
Suffe, eski evlerdeki seki, sed gibi yüksekçe eyvan demektir. Dilimizde buna sofa da denir. İslâm tarihinde "suffe" denilince, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in Medine'deki mescidinin bitişiğindeki bu isimle anılan yer anlaşılır. Burada barınan sahabîlere de "ashab-ı suffe" veya "ehl-i suffe" denir. (Tecrîd-i Sarih Tercümesi, VII, 46).
Ashab-ı suffe ictimaî, siyasî ve askerî nedenlerle Medine döneminde ortaya çıkmıştır. Kavim ve kabileleri arasında İslâm'ı yaşama imkânı bulamayıp gerek Hz. Peygamber (s.a.s.)'le beraber Mekke'den ve gerekse muhtelif yerlerden Medine'ye hicret eden fakir, yeri, yurdu olmayan kimseler burada barınırlardı. İslâmiyet'te ilk yatılı medrese burası olmuştur. Bundan sonra buranın durumu örnek alınarak İslâm aleminde medreseler hep camilerin etrafına yapılmıştır. (Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, II, 940).
Medineli müslümanlar olan Ensar evini-barkını,bütün mal varlığını geride bırakarak şehirlerine hicret eden müslümanlara maddî ve manevi yönlerden çok yardımcı oldular. Fakat buna rağmen, yer-yurt sahibi yapılamıyan bazı kimsesiz müslümanların açıkta kalmaması için böyle bir yer yapıldı. Suffe ehlinin ihtiyaçlarıyla Hz. Peygamber (s.a.s.) bizzat ilgilenir, Beytü'l-mâl'e ve kendisine gelen malların büyük bir kısmını onlara ayırırdı. Kendisinin yetişemediği hâllerde Ashab'a tavsiye eder, evlerine Suffe ehlinden götürebilecekleri kadar misafir almalarını söylerdi. Bu sebeple bunlara: Edyâfu'l-müslimîn (Müslümanların Misâfirleri) de denilmiştir. (Buhârî, Rikak, 17) Suffe ehlinin ihtiyaçlarıyla Peygamberimiz, kendi ailesinin ihtiyaçlarından daha çok ilgilenirdi. Bir defasında, değirmen çekmekten yorgun düştüğü için bir hizmetçi isteğinde bulunan kızı Fâtıma'ya peygamberimiz: "Kızım! sen ne diyorsun? Ben, daha henüz Ehli Suffe'nin ihtiyaçlarını temin edebilmiş değilim. " demişti.
Ashab-ı Suffe hayatlarını Peygamber medresesinden ilim ve irfan tahsil etmeye adamış seçkin kimselerdir. Bunlar daima Mescid-i Nebevî'de bulunurlar, kendilerini ilim ve ibadete verirler, hep oruçlu olurlar, Kur'an tahsil ederler, Hz. Peygamber'in vaz ve irşâdını dinlerler, onunla beraber savaşlara iştirak ederlerdi. Onların geçimleriyle bizzat Hz. Peygamber ilgilenir ve ashabın zenginlerini de onla ra yardım etmeye teşvik ederdi.
Gücü kuvveti yerinde olan Suffeliler, dağdan sırtlarında odun taşımak dahil olmak üzere ellerinden gelen işleri yapıyor, mümkün mertebe ihtiyaçlarını sağlamaya çalışıyorlardı. Yoksa Suffe, bir tembeller yuvası değildi. Son derece ihtiyaç ve zaruret içinde olsalar da, iffet ve vakarları onlara, başkalarından bir şey istemeye izin vermiyordu. Şu ayetin onlar hakkında indirildiği rivayet edilir. (Kurtubî, el-Câmi'u li Ahkâmi'l-Kur'an, III, 340)
"Sadakalarınızı, kendilerini Allah yoluna adayıp yeryüzünde dolaşamayanlara; hayalarından dolayı, kendilerini tanımayanların zengin sandıkları yoksullara verin. Onları yüzlerinden tanırsın; yüzsüzlük ederek insanlardan bir şey istemezler. Sarfettiğiniz iyi bir Şeyi, Allah Şüphesiz bilir. " (el-Bakara, 2/273)
Peygamberimize bir şey ikram edildiği zaman Efendimiz, ne maksatla getirildiğini sorardı. Sadaka olduğu söylenirse kendisi kabul etmez Ashabı Suffe'ye gönderirdi. Şayet hediye olduğu söylenirse, bir kısmını ailesi için alıkor, bir kısmını yine Ashab-ı Suffe'ye gönderirdi.
Buhârî'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifde Resulullah (s.a.s.): "İki kişilik yiyeceği olan, Ashab-ı Suffe'den bir üçüncüsünü, dört kişilik yiyeceği olan, bir beşincisini, yahut da altıncısını alıp birlikte götürsün" buyurmuş ve bizzat kendisi on tanesini evine götürmüştür. Ebû Bekir (r.a.) da üç tanesini götürmüştür. (Tecrid-i Sarih Tercümesi, II, 540)
Suffede sadece, kimsesiz sahabîler değil, zaman zaman, sevgili peygamberimizi görmek için gelen ve kalacak başka bir yeri olmayan misafirler de kalıyordu. Bunun yanında, evlenip ev-bark sahibi olarılar da Suffe'den ayrılıyordu. Bunun için, Ehli Suffe'nin sayısı daima aynı kalmamıştır. Kaynakların bildirdiğine göre Suffeliler'in sayısı;10-30-70-90-400 arasında değişmektedir. Bu rakamlar da, sayılarının zaman zaman değiştiğini göstermektedir.
Peygamberimiz Suffe ehlinin sadece maişetiyle değil, ibadet ve ilim hayatıyla da yakından ilgileniyordu. Şu hadise bunu göstermektedir: "Bir gün Resulullah (s.a.s.) evinden çıkarak mescide girdi. Mescidde iki halk ile karşılaştı. Bunlardan biri Kur'an okuyor ve Allah'a dua ediyor, diğeri ise ilim öğreniyor ve öğretiyordu. Bunları görünce "İkisi de hayır işliyorlar.
Bunlar Kur'an okuyor ve Allah'a dua ediyorlar. Allah, dilerse verir, dilerse vermez. Ama şunlar, ilim öğreniyor ve öğretiyorlar. Şüphesiz ben bir muallim (öğretmen) olarak gönderildim" buyurdu ve ilimle meşgul olanların yanına oturdu." (Dârimî, İbni Mâce)
Bu iki topluluk da Ehli Suffe'den idi. Çünkü onlar, gündüzleri mescidde ilim ve ibadetle meşgul olur, Suffe'yi yatakhane ve ilmî müzakere yeri olarak kullanırlardı. (Ebû Dâvud, Büyû', 36) İlimle meşgul olan Suffe ehline başta Kur'an-ı Kerîm olmak üzere; yazı, hadisler, çeşitli dînî bilgiler öğretiliyordu. Öğretmenleri ise; başta sevgili Peygamberimiz olmak üzere, Abdullah b. Mes'ud, Übey b. Ka'b, Muaz b. Cebel, Ebu'd-Derdâ, Ubâde b. es-Sâmit gibi bilgin sahabîler idi. Ehli Suffe ilme son derece düşkündü. Dünyevî meşgaleleri de olmadığı için zamanlarının çoğunu, ilmî müzakerelere ve Peygamberimizle beraber olmaya verebiliyorlardı. Belki de Peygamberimiz, böyle bir imkânın doğması için onların ihtiyaçlarını gidermeye bu kadar ihtimam göstermiştir.
Ashab arasında,1000'den fazla hadis rivayet edenlere "Müksirûn*: Çok hadis rivayet edenler" denir ve bunların hepsi yedi sahabîdir. Bu yedi sahabînin de üçü; Ebû Hüreyre, Abdullah b. Ömer, Ebû Saîd el-Hudrî idi. Bu sahabîlerden Ebû Hüreyre şöyle der:
"Benim fazla hadis rivayet etmem çok görülmesin! Muhacir kardeşlerimiz çarşıda, pazarda ticaretle, Ensar kardeşlerimiz de tarlada bahçede ziraatle uğraşırken Ebu Hüreyre, boğaz tokluğuna Peygamber'in mübarek nasihatlarını ezberliyor, onların şahit olmadığı olaylara şahit oluyordu." (Buhârî)
ilme ve Hz. Peygamber'in yanında olmaya düşkünlüğünden olsa gerek ki, Hz. Ömer'in oğlu Abdullah, Suffe'de kalmayı, Mescid-i Nebevî'ye hayli uzak olan baba evine tercih etmiş ve ilimle, hadis öğrenme ile daha fazla meşgul olmuştur.
Peygamber Efendimiz Suffe'de yetişen bu elemanları, bilgi ve kabiliyetlerine göre çeşitli hizmetlerde kullanıyordu. Meselâ;
Yeni müslüman olan kabilelere Kur'an ve diğer dînî bilgileri öğretmek, onları İslâmî yönden eğitmek için Ehli Suffe'den muallim ve mûrşidler görevlendiriyordu. Raci' ve Bi'ri Maûne* vak'alarında kalleşçe şehit edilen yetmiş kurrâ, böyle bir göreve giderken müşrikler tarafından şehit edilmişti. İslâm'ı öğrenmek için kısa bir süre Medine'ye, Hz. Peygamber'in yanına gelenler; bir taraftan sevgili Peygamberimiz'le görüşürken, öbür taraftan, bilhassa Suffe ehlinden olan muallimlerden çeşitli İslâmî bilgileri öğreniyorlardı. Peygamberimiz, Suffe ehlinden olan Bilâl-i Habeşi ve Abdullah b. Ümmü Mektûm'u müezzinlikle görevlendirmişti.
Kısacası Suffe; leylî-meccânî (parasız-yatılı) bir eğitim ve öğretim yuvası, çeşitli hizmetler için de hazır bir kuvvet idi.
Ehli Suffe'den olan ve yukarıda ismi geçen sahabîlerden başka, bu babda Ebû Zerr el-Gıfârî, Huzeyfe, Ammar, Habbâb, Ebû Hüreyre, Selmân-ı Fârisî, Suheybi'r-Rûmî, Ukbe b. Âmir, Ükkâşe, Abdullah b. Mesud, Berâ b. Mâlik gibi önemli sahabileri sayabiliriz.
ASHÂBU'L-UHDÛD
İslâm'dan önce, Allah'a inananları, ateşli hendeklere atarak cezalandıran kâfir bir topluluk.
Ashab-ı Uhdûd'un kimler olduğu ve ne zaman nerede yaşadığı hakkında çok değişik rivayetler ve her bir rivayetin uzunca birer hikâyesi vardır. Bu rivayetlere göre olay; Yemen, Necrân, Irak, Şam, Habeş, Mecûsî veya Yahûdî kralları tarafından meydana getirilmiştir. Bu rivayetlerden herhangi birinin doğruluğu kesin değildir. Zaten Kur'an da bu olayı; yer, zaman ve faillerini belirtmeden zikretmektedir. Allah'a inanmayan kâfir bir beldenin kralı, Allah'a inananları dinlerinden çevirmek, tekrar kendi sapık dinine döndürmek için müminlere eziyet eder, uzunlamasına ve derin hendekler, kanallar (Uhdûd) kazdırır. Bu hendeklerin içine büyük ateşler yakılır. Allah'a inanmaktan başka hiçbir günahı olmayan müminler hendeğin başına getirilir, Allah'a imanda ısrar edenler ateşe atılır, küfre dönenler ateşten kurtarılır. Bütün bu zor durumlarına rağmen müminler imanından dönmez ve ateşe atılırdı. Müminleri ateşe atan bu zalimler, hendeğin etrafına oturmuş olarak yaptıkları bu zulmü zevkle seyrederlerdi. Fakat Cenâb-ı Allah o kâfirleri, aynı ateşle veya başka bir yolla helak etmiştir. Çeşitli rivayetlerin bildirdiğine göre, binlerce mümin bu hendeklere atılmış, fakat Allahu Teâlâ müminlerin ruhunu, ateşe düşmeden önce kabzetmek suretiyle onları, ateşin azabından kurtarmıştır.
Bu hadisenin zamanı kesin olarak bilinmemekle beraber, İslâm'a yakın bir zamanda, büyük bir ihtimalle de Hz. İsa'dan sonra olmuş, Mekke müşrikleri ve müslümanlar tarafından da bilinmekte idi. Bu hadiseyi Kur'an'da anlatmak suretiyle Cenâb-ı Allah, Mekke'de çeşitli eza ve cefaya uğrayan müslümanların mutlaka bundan kurtulacaklarını ve müslümanlara eziyet eden Mekkeli müşriklerin, Ashab-ı Uhdûd gibi cezalandırılacağını dolaylı bir şekilde açıklamaktadır. Şüphesiz ki bu ayetler, sadece o zamanın insanlarına hitap etmemekte, geçmişte olduğu gibi gelecekte de imana, dine ve inananlara yapılacak kötülük ve zulümlerin mutlaka Allah'u Teâlâ tarafından cezalandırılacağını ifade etmektedir. Bu durum, Kur'an kıssalarının en önemli özelliklerindendir.
Hâdise, Kur'an-ı Kerîm'de şöyle dile getirilmektedir:
"Hazırladıkları hendekleri, tutuşturulmuş ateşle doldurarak çevresinde oturup, inanmış kimselere, dinlerinden dönmeleri için yaptıkları işkenceleri seyredenlerin canı çıksın. Bu inkârcıların inananlara kızmaları; onların sadece, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisinin bulunan, övülmeye lâyık ve güçlü olan Allah'a inanmış olmalarındandır. Allah her şeye şahittir. Fakat, inanmış erkek ve kadınlara işkence ederek onları dinlerinden çevirmeye uğraşanlar, eğer tövbe etmezlerse, onlara Cehennem azabı vardır. Yakıcı olan azap da onlaradır. Şüphesiz, inanıp yararlı işler yapanlara, içlerinden ırmaklar akan Cennetler vardır. Bu, büyük bir kurtuluştur. Doğrusu Rabbi'nin yakalaması amansızdır... " (el-Burûc, 84/4-12)
ASHÂBU'L-A'RÂF
Ahirette, Cennet'le Cehennem arasındaki sahada bekleyen kimseler. Bunların iyilikleri kötülüklerine eşit gelmiştir. Ne Cehennem'e gitmişler ne de Cennet'i hak edebilmişlerdir. İkisinin arasında kalmışlar, Allah'ın rahmetini beklemektedirler. Cennet ehlini simalarından, Cehennem ehlini de yüzlerindeki kasvet ve karanlıktan tanıyorlar.
Cennet ehlinin yüzlerinin beyazlığı, neşe saçan çehreleri ve çehrelerindeki ilâhî nuru görünce onlara selâm verirler. Yaşayışlarına imrenerek birlikte olmayı arzu ederler.
Bir ara gözleri istemeyerek de olsa Cehennemliklere ilişir, amellerinin kendilerini oraya sürüklemesinden korkarak Allah'a sığınırlar. Sonra yüzlerinden günahkârların büyükleri olduklarını sandıkları kişilere: "... Topluluğunuz ve büyüklük taslamanız size fayda vermedi" derler. "İşte siz şimdi Cehennem'desiniz."
Sonra bunlara, dünyada iken müminler hakkında düşündüklerini ve söylediklerini hatırlatırlar. Çünkü büyüklük taslayanlar hakim bir edâ ile, müminlerin doğru yolda olmadıklarını, ilâhî rahmete eremeyeceklerini söylerlerdi. A'râf ashabı Cehennemdekilere şöyle seslenir:
"-Kendilerini Allah'ın rahmetine erdiremeyeceğine yemin ettikleriniz bunlar mıydı?" "Nerede olduklarını şimdi gözlerinizle görün. Kendilerine söylenenleri kulaklarınızla duyun:
"-Cennet'e girin, size korku yoktur, siz mahzun da olmayacaksınız. " (Ayrıca bk. A'râf).
ASHÂBU'L-MEDYEN
Akabe körfezinin doğusundaki Medyen şehrinde yaşamış bir kavim. Medyen akarsuları, bahçeleri, hurmaları bol bir şehir olup, Allah'u Teâlâ burada yaşayanlara Şuayb (a.s.)'i elçi göndermişti. Şuayb (a.s.) onları ahiret gününe ve Allah'a imana çağırmıştır. Onlar ise Allah'a ve ahiret gününe inanmak şöyle dursun, putlarından ayrılmayacaklarını ısrarla belirtmişler, atalarının yanlış yollarından ayrılmamışlardır ve Allah'dan kendilerine gönderilen mucizeleri reddederek, günlük işlerindeki hile ve sahtekârlıklarına devam etmişlerdir Medyenliler. Yol kesmeyi, hırsızlık yapmayı, zayıfları ezmeyi alışkanlık haline getirmişlerdi. Ancak, güçlü bir aileye mensup olan Şuayb (a.s.)'a dokunamamışlardır. Neticede Allah'ın gazabı onları yakalamış ve bir sarsıntı ve gürültü ile mahvolmuşlardır. (Ayrıca bk. Ashâbu'l-Eyke
ASHÂBU'L-YEMİN
Sağa mensup olanlar, bereketli ve uğurlu insanlar, kıyamet gününde amel defterleri sağ taraflarından verilecek olan mutlu kimselerdir. (M. Hamdi Yazır, Hak Dini, Kur'an Dili, VII, 4706)
Ashabû't-Yemin Kur'an-ı Kerîm'de altı defa zikredilmektedir. (el-Vakıa 56/27, 38, 90, 91; el-Müddessir, 74/39)
Allah'u Teâlâ ashabu'l-yeminin ahirette nail olacakları mükâfatı şöyle anlatır: Ashab-ı yemin, ne mutlu ashab-ı yemine! Onlar dikensiz sedir ağaçları, uzamış gölge altında, çağlayarak akan sular kenarlarında; bitip tükenmeyen ve yasak da edilmeyen, bol meyveler arasında; yüksek döşekler üzerindedirler. Biz ashab-ı yemin için ceylan gözlü hurileri yeniden yaratmışızdır. Onları bakire, ellerine düşkün ve hepsini bir yaşta kılmışızdır. " (el-Vakıa,56/27-38)
Bunlara ashab-ı meymene de denir. (bk. Ashab-ı meymene)
ASHÂBU'R-REDD
İslâm miras hukukunda kullanılan bir terim. Neseb yönünden ashâbu'l-ferâiz'den kabul edilen kimseler için kullanılmaktadır. Ancak Ashâbu'r-redd'den başka asabe bulunmadığı takdirde muayyen paylar alırlar. Ayrıca geriye kalan paylar da red yoluyla bunlara intikal eder.
ASHÂBU'Ş-ŞİMÂL
Sol; sol el, sol taraf, uğursuz, bedbaht kimselerdir. Bu tabir Kur'an-ı Kerîm'de Vakıa suresinin kırkbirinci ayetinde geçmektedir. Devamındaki ayetlerin ifade ettiğine göre, ashabu'ş-şimâl, Allah'ı ve ahiret gününü inkâr eden, zevk ve sefa!arına düşkün olan kimselerdir. (el-Vakıa, 56/45-47)
Bunların ahirette çekecekleri feci azap şekilleri de aynı surede belirtilmektedir. (el-Vakıa, 56/41-56). Kıyamet gününde amel defterleri sol taraflarından verilir. Bunlara ashab-ı meş'eme de denir. (bk. Ashab-ı meş'eme
ASHÂBÜ'S-SÜNEN
Kütüb-i Sitte'den Sünen adıyla anılan hadis kitaplarının müellifleri hakkında kullanılan bir usûl-i hadis terimi. Bu hadis mecmuaları, tahâret (temizlik)'ten vasiyete kadar olan bütün ibadet ve İslâm hukuku ile ilgili hadisleri ihtiva eden kitaplardır. İşte bu tür kitapları tertip edip meydana getirenlere, sünen sahipleri anlamına
"Ashab-ı Sünen"; Kütüb-i Sitte'nin ilk ikisi olan Buhârî ve Müslim'e de
"Cami" adı verilmektedir. Meşhur ashab-ı sünen (sünen sahipleri) şunlardır:
1) Ebû Dâvud Süleyman b. el-Eş'as es-Sicistânî. 817'de Horasan'daki Sicistan şehrinde doğmuş ve 888'de ölmüştür. "Sünen-i Ebî Dâvud" isimli kitabı 5274 hadisi ihtiva etmektedir.
2) Ebû Îsâ Muhammed b. İsâ et-Tirmizî 821' de Mekke'de doğmuş 892'de Tirmiz'de ölmüştür. "el-Camiu's-Sahih" isimli eseri "Süneni Tirmizî" diye meşhur olmuştur. İçerisinde 3956 hadis vardır.
3) Ebû Abdurrahman Ahmed b. Şuayb en-Nesâî. 830'da Horasan civarındaki Nesâ şehrinde doğmuş, 915' de Mekke'de vefat etmiştir. "elMücteba" ismini verdiği hadis kitabı Sünen-i Nesâî" diye meşhur olmuştur.
4) Ebû Abdullah Muhammed b.Yezid b. Mâce, Kazvin'de yaşamış ve 886'da vefat etmiştir. "Sünen-i İbni Mâce" isimli kitabı 4000 hadis içermektedir.
"Ashabü's-Sünen" denilince ilk plânda meşhur olan bu dört zat kasdedilir (Tecrid-i Sarih Tercümesi, Mukaddime, 51) ve bunlara Ashabü's-Süneni'l-Erbaa" adı verilir. Bunların dışında ed-Dârimî (ö. 720), ed-Dârekutnî (ö. 819) ve el-Beyhâkî (ö. 1066) gibi hadisçilerin de "Sünen" isimli eserleri vardır. Bu muhaddislere de Ashabu's-Sünen denilmektedir.
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in söz, fiil ve takrirlerini bize kadar ulaştıran ve genellikle Merfû* hadisleri ihtiva eden "Sünen"ler yalnız bunlardan ibaret değildir. Bunlardan başka telif edilmiş yirmibeş kadar Sünen vardır. (Kettânî, er-Risâletü'l-Mustatrefe, 32-37)
ÂSÎ
Arapça bir kelime olup, isyan eden, itaatsız, başkaldıran, vb. anlamlarına gelir. Eşanlamlısı: serkeş, bâği. Ayrıca Allah'ın emirlerini yerine getirmeyen, günahkâr, haydut anlamlarındadır. Çoğulu "Usat" olarak gelmektedir. (Mütercim Asım Efendi, Okyanus (Kamus Terc.) Âsi maddesi).
Kur'an-ı Kerîm'de bir çok ayette âsi kelimesi geçmektedir. Hepsi de Allah'ın emirlerine karşı gelen, ona itaat etmeyen, günahkâr, serkeş anlamlarında kullanılmıştır. Hadis-i şeriflerde de durum aynıdır.
Kur'an-ı Kerîm'in bu konuyla ilgili birkaç ayeti şöyledir:
"Babacığım! Şeytana tapma, çünkü şeytan, merhametli olan Allah'a baş kaldırmıştır (âsi olmuştur)" (el-Meryem, 19/44)
"Kim AIlah'a ve Peygamber'ine karşı isyan eder (baş kaldırır) ve sınırlarını aşarsa Allah onu devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır. " (en-Nisâ, 4/14)
"Allah ve Resulu bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur. " (el-Ahzab, 33/36)
"(Benim yaptığım) ancak A!!ah katından olanı, O'nun gönderdiklerini tebliğdir. Artık kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, bilsin ki, ona, (kendi gibilerle) içinde ebedi kalacakları Cehennem ateşi vardır. " (el-Cin, 72/23)
"Hem bilin ki, içinizde Allah'ın elçisi vardır. Şayet o, bir çok işlerde size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah size imanı sevdirmiş ve onu kalplerinize zinet yapmıştır. Küfrü, fısk ve isyanı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır. " (el-Hucurat, 49/7)
Hadis-i şeriflerde de asinin yerildiğini ve Allah Resulu'nun her fırsatta müminleri bundan sakındırdığını görmekteyiz. Meselâ müslüman olmuş bir kadının ismi Âsiye idi (isyan eden kadın anlamında) Resulullah (s.a.s.) onun adını Cemile olarak değiştirdi ve ona: "Sen Cemile'sin" dedi. (Darimi, Sünen, İsti'zan, 62; Ahmed b. Hanbel, Müsned II, 18).
"Kim tavla oynarsa şüphesiz o, Allah ve Resulüne isyan etmiştir. " Başka bir rivayette; "Sanki elini bir domuzun kanına ve etine batırmış gibidir. " (Ebû Dâvûd, Edeb, 56; İbn Mâce, Edeb, 43; Malik, Muvatta' Rü'ya, 6; Ahmed b. Hanbel, IV, 392) gibi hadislerde "âsi" Kur'an-ı Kerîm'de olduğu gibi karşı gelen anlamında kullanılmıştır. İslâm dini daima insanları bundan sakındırmıştır.
Ayrıca İslâm'da Peygambere karşı gelmek Allah'a karşı gelmek olarak telâkki edilmiş ve bunun büyük bir suç olduğu açıklanmıştır. Bir hadiste şöyle buyruluyor.
"Bir kere Nebi (s.a.s.) uyurken yanına birtakım melek gelerek bunlardan bazıları: Bu zat uyuyor, ' dedi, bazıları da: Gözü uyuyor, fakat kalbi uyanıktır, ' dedi. Bunun üzerine bu melekler (birbirlerine) bu dostunuzun âli sıfatı vardır (âli menkibe sahibidir) haydi siz de bunun âli mevkiini harici bir örnekle temsil ediniz,' dediler. Fakat bazıları; iyi ama bu zat uyuyor, ' dediler. Bazıları da hayır, onun gözü uyuyor, fakat kalbi uyanıktır, ' dediler. Bunun üzerine melekler; Bu zatın harici benzeri şu bir kimsenin misali gibidir ki, o kimse yeni bir ev yaptırır, o evde bir velime Ziyafeti tertip edip (bu ziyafete) insanları davet etmek için bir davetçi gönderir; bu davetçinin davetine kim icabet ederse, o (mükemmel) eve girer ve (mükellef) ziyafeti yer. Her kim de davetçinin davetine icabet etmezse o eve giremez, ziyafet yemeklerini de yiyemez.' Bunun üzerine melekler yine birbirlerine: Haydi bu temsili bu zata izah ediniz de anlasın,' dediler. Fakat yine bunlardan bazıları, iyi ama bu zat uyuyor, ' dediler. Bazıları da hayır, gözleri uyuyor fakat kalbi uyanıktır,' dediler.
Bunun üzerine melekler (kendi aralarında temsili izah ederek): O ev Cennet'tir, davetçi de Muhammed (s.a.s.)'dir. Her kim O'na itaat ederse Allah'a itaat etmiştir' her kim de O'na âsi olursa (baş kaldırırsa) Aziz ve Celil olan Allah'a âsi olmuştur. Hz. Muhammed insanların arasını ayırd etmiştir (itaat ve isyan şiarını bildirip inananları, inanmayanları birbirinden ayırd etmiştir.)" (Buhârî, İ'tısam, 2; Tedrid-i Sarih XII, 403, 404)
Diğer bir çok hadiste de Resulullah (s.a.s.) Allah ve Resulü'ne isyan konusunda hiç kimseye itaat edilemeyeceğini, Allah'a itaat etmeyene itaat edilemiyeceğini belirtmiştir
ÂŞİR
Onuncu; onda bir alan; İslâm devlet başkanı tarafından tayin edilen, bölgesinden geçen tüccarın mallarından "uşûr"* vergisini tahsil edip buna karşılık tacirlerin memleket dahilinde serbestçe dolaşıp ticaret yapmalarını temin eden, mallarını hırsız ve yol kesicilerden koruyan kimse. (Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti'l-Funûn, Kalkuta (t.y.), II, 960)
Kaynak eserlerimizde zekât ve öşür memuru manasına âmil*, sâî, mussaddık, mekkâs tabirlerine de rastlanır. Ancak bunlar içinde âşir özellikle "uşûr" adı verilen gümrük vergisi diyebileceğimiz vergiyi tahsille görevli memur manasında kullanılmaktadır.
Fıkıh kitaplarında âşir, Bâbu'lâşir" başlığı altında tetkik edilip, nitelikleri, görev ve yetkileri belirtilir.
Âşirin tayininde şu şartlar aranır: Müslüman ve hür olmak, Hâşimoğulları'na mensup olmamak, tüccarın mallarını hırsız ve yol kesicilerden koruyabilme gücüne sahip olmak (İbn Abidîn, Reddu'l-Muhtâr, Kahire 1307, II, 309-311)
Âşir, İslâmî yönetimin hakim olduğu bölgeden giriş yapan müslüman tacirlerin ticaret mallarından -vücub şartları gerçekleşmesi kaydı ile-1/40; İslâm devletinin himayesi altında bulunan zımmî tüccarların mallarından 1/20; harbî tüccarın mallarından da 1/10 nisbetlerinde, yahut harbî tüccardan "mukabele bi'l-misl" esasına göre, yani onlar müslümanlardan ne nispette vergi alıyorlarsa o kadar vergi alır. (es-Serahsî, el-Mebsût, Beyrut 1978, I, 199)
Âşirin, ticaret mallarından yukarıda gösterilen nispetlerde vergi tahsil etmesi hukukî yönden şöyle açıklanır: Müslüman, gümrükte ticaret malını memura beyan ettiği zaman, bu malın İslâm devlet başkanı tarafından korunmasına ihtiyaç duyulur. Devlet başkanının da -koruma karşılığı- bu mallardan zekât tahsil etme hakkı doğar. Beyan edilen ve böylece "zâhirî mal" hükmünü alan müslüman ticaret malının korunmaya ihtiyacı olunca, aynı şekilde beyana tabi tutulan zımmî ticaret malı da korunmaya muhtaçtır. Hatta zimmî tacirin malı korunmaya daha çok muhtaçtır. Zira hırsız ve yol kesiciler zımmî tacirin malını gasbetmeye daha çok niyetlenebilirler. (es-Serahsî, a.g.e., II,199)
Âşir, Âşşâr, Sâhibu'l-uşr, Sâhibu'lmeks, Mekkâs; bütün bu tabirler eş anlamlıdır ve dışarıdan getirilen mallardan vergi alan memuru ifade ederler. Burada bu tabirlerin geçtiği ve bunların zemmedildikleri bazı hadislerin kapsamı üzerinde de durmamız gerekir.
Hz. Peygamberin " Kim onda bir alan kimseye (sahibu'l-uşr) rastlarsa boynunu vursun" (Ebû Ubeyd, el-Emvâl, Kahire 1969, nr. 1630), Âşire rastlarsanız onu öldürünüz" (Ebû Ubeyd, a.g.e. nr. 1631) buyurduğu rivayet edilir. Bu ve benzer ifadeli hadis ve haberleri eserinde zikreden Ebû Ubeyd, bu hadislerle ayni konudaki sahabe ve tabiûn görüşlerinin yorumunu şu şekilde yapar:
Cahiliyye devrinde acem ve Arap kralları, bölgelerinde ticaret yapan tacirlerden 1/10 nispetinde vergi alırlardı. Allah, Hz. Peygamber vasıtasıyla İslâmî emirlerle bu vergiyi iptal etmiş, buna karşılık 1/40 nispetinde zekât konmuştur. Âşir, müslümanlardan zekâtı bu nispette ve adaletle tahsil ederse zikredilen ağır ithamlı hadislerin şümûlüne girmez. Böyle yapmaz halka zulmederse, nisbetleri aşmasa bile yine âşirin zemmi ile ilgili hadislerin kapsamına girer. Hz. Ömer ve ondan sonra gelen halifeler âşir tayin etmişlerdir. Hâl böyle olunca bu görev nasıl mekruh addedilir! (Ebû Ubeyd, a.g.e., nr. 1638, 1643, 1644-1645)
Âşirin zemmedilmesi ile ilgili hadislere fıkıh kitaplarında da yer verilir ve bundan, meşru olan zekât nisbetleri dışında insanların mallarını haksız yere ve zulümle alan vergi memurlarının kasdedildiği açıkça belirtilir. (es-Serahsî, a.g.e., II, 199; İbn Abidin, a.g.e., II, 309-311)
Hz. Peygamber, mallara düşen zekât ve öşürlerin toplanmasında İslâm'ın emrettiği adalete titizlikle riayet etmiştir. İşte İslâm adaletine gösterdiği bu hassasiyetten dolayıdır ki', Hz. Resul, mükelleflere zulmedecek, onlardan gösterilen nisbetler dışında para tahsil edecek memurları şiddetle zemmetmiştir. Bizzat Hz. Peygamber tayin ettiği zekât memurlarını eğitmiş, onlara şifahî bilgiler yanında, yazılı metinler hâlinde nisâb, nisbet ve tahsil usûllerini ayrıntılı bir şekilde gösteren listeler göndermiştir. Onu takiben Râşid halifeler de zekât memurlarını mütehassıs kimselerden seçmişler, ayrıca bu memurları kontrol eden bir murakabe müessesesi oluşturmuşlardır
|