![]() |
#101 |
![]()
SULTAN SENCER
Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’ın oğlu olan Sencer 1086’da Sincar’da doğdu. Küçük yaşından itibaren devlet tecrübesi kazanan Sencer, ağabeyleri Berkyaruk ve Muhammed Tapar zamanında devlet hizmetinde bulunarak, doğuda çıkan isyanları bastırdı. Buradaki başarıları üzerine Horasan melikliğine tayin edilen Sencer, Haziran 1102’de Selçuklu Devleti’ne saldıran Karahanlı Hükümdarı Kadir Han’ın saldırılarını bertaraf etti. Ayrıca Gaznelileri, Selçukluya bağladı. Babası Melikşah’ın siyasetini takip eden Sencer, Horasan’dan itibaren, devletin doğusunda Selçuklu düzenini yeniden kurdu. Berkyaruk’tan sonra tahta geçen Muhammed Tapar’ın ölümü üzerine, 18 Nisan 1118’de küçük yaştaki oğlu Mahmut Büyük Selçuklu Devleti tahtına çıkarılırken; Sultan Sencer de 14 Haziran 1118’de Horasan’da bağımsızlığını ilan etti. 14 Ağustos 1119’da Save’deki savaşta yeğenine galip gelen Sencer, Büyük Selçuklu Sultanı oldu. Devletin merkezini de Irak-ı Acem’den Horasan’a nakletti. Bundan sonra çevresinde büyük savaşlar ve fetihler yapan Sultan Secer, Sultan-ül A’zam unvanını kazandı. 1132’de Karahanlıların, 1136’da Gaznelilerin, 1141’de Karahitayların ve 1147’de de Harezmlilerin isyanını bastıran Sencer, 1152 yılında da Gurluları mağlup etti. Fakat Sultan Sencer 1153’te Oğuz Yabgu ile Belh’te yaptığı savaşı kaybedince esir düştü. Sencer, esaret altında sultan olmak istemediğinden, sultanlığı terk ederek Merv Hankahı’na kapandı. Buradaki 3 yıllık esaretten sonra Nisan 1156’da kurtarıldı. Ancak 29 Nisan 1157’de 91 yaşındayken Merv’de vefat ederek, kendi yaptırdığı türbeye defnedildi. Bilim adamlarına sahip çıkan ve bilimi teşvik eden Sultan Sencer’in döneminde, Horasan bütün İslam dünyasına ve Anadolu’ya din ve bilim adamı sevkeden bir merkez olmuştu. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#102 |
|
![]()
SÜLEYMAN PAŞA
Süleyman Paşa, Şıpka Boğazı’nda Ruslar’a karşı çetin savaşlar yapıp onları yendiği için “Şıpka Kahramanı” diye anılır. Ancak onun memlekete hizmetleri sadece savaş meydanlarındaki cesaret ve kahramanlığıyla değildir. O, yazdığı kitaplarla ve okuttuğu öğrencilere aşıladığı düşüncelerle Türk milletinin benliğini uyandırmaya çalıştı. Ona göre, Osmanlı Devleti’ne hâkim olan unsur Osmanlı değil Türk milletidir. Onun konuştuğu dil Osmanlıca değil, Türkçe’dir. Bu düşüncesini uygulamak için de Sarf-ı Türkî adıyla Türkçe bir gramer yazdı. Süleyman Paşa’nın en önemli eseri Tarîh-i Âlem’dir. Süleyman Paşa bu tarihinde Türkiye’de ilk defa Türklerin kökleri ve ana yurtları üzerinde önemli bilgiler verdi. Paşa, Hiss-i İnkılâp adlı eserinde, bizzat kendisinin vatan ve inkılâp yolundaki çalışmalarını anlatır. Onun diğer eserleri arasında, Osmanlı-Rus seferine ait Umdetü’l-Hakâyık adlı eseri de yer almaktadır. Süleyman Paşa 1838 yılında İstanbul’da doğdu. Bir şekercinin oğlu idi. Hamidiye Okulu’nu bitirdi. Çalışkan ve uyanık bir öğrenci idi. Aynı okulda edebiyat ve tarih okuttu. 1874’te general rütbesiyle Harbiye Mektebi Nazırlığına getirildi. Askeri okulların kurulmasında ve programlarının düzeltilmesinde hizmetleri oldu. Sonra 1876 Rus savaşında başarılar gösterdi ve mareşalliğe yükseldi. Şıpka’daki zaferlerini tamamlayamadı, zira ordu, İstanbul’dan yönetiliyordu. Süleyman Paşa, Tuna Orduları Başkomutanı oldu. Padişaha düşüncelerini anlatamadı. Süleyman Paşa daha önce Abdülâziz’i tahttan indirenler arasında bulunmuştu. İkinci Abdulhamit ona en yükümlü işleri verdi. Ancak, Ruslara karşı yenilginin sebeplerini ona yükleterek rütbesini geri aldı ve Bağdat’a sürdü. 1892 yılında, 14 yıllık bir sürgün hayatından sonra Bağdat’ta öldü. Mezarı Bağdat’tadır |
![]() |
![]() |
![]() |
#103 |
|
![]()
ŞAH CİHAN
Şah Cihan, Ekber Şah’ın torunu ve Cihangir Selim Şahın oğludur. 1591’de doğdu. 1628’de tahta çıktı. Hindistan’da kurulmuş olan Türk İmparatorluğunun beşinci hükümdarı olan Şah Cihan, Hindistan’daki Türk hâkimiyetinin en parlak dönemlerinden birini yarattı. Şah Cihan, çok zengin ve muhteşem bir hükümdarlık devri yaşadı. Sanata ve ilme büyük değer verirdi. Onun zamanında birçok uygar anıtlar kuruldu. Delhi şehrini imar edip büyüttü. Şah Cihan’ın tahtındaki mücevherler dillere destan olmuştu. Şah Cihanın, çok sevdiği karısı Mümtazmahal namiyle şöhret bulan Ercüment Banu için Ağra’da yaptırdığı göz kamaştırıcı Tac Mahal Türbesi, Türk sanatının en ince ve yüksek mimarî eseri olarak günümüzde hâlâ gözleri kamaştırmaktadır. Tac Mahal, Türk uygarlığının en güzel anıtlarından biri olarak yaşamaktadır. Bu eserle Şah Cihan, Türk sanatının en güzel örneklerinden birini yaptırarak onu sonsuzlaştırmıştır. Bu eserin mimar ve ustaları İstanbul’dan gitti. Hayatının son yılları hastalıkla ve hapisle geçti. Çünkü kendisi hasta olunca oğulları arasında saltanat kavgası baş gösterdi. Oğlu I. Âlemgir (Evrengzib), kardeşlerini ortadan kaldırarak babasını tahttan indirdi. Şah Cihan 1666’da öldü. O, bugün dünyanın en zarif mimarî anıtlarından biri olan Tac Mahal’de sevgili karısıyla beraber yatmaktadır. |
![]() |
![]() |
![]() |
#104 |
|
![]()
ŞEYH EDEBALİ
1206 yılında Horasan’ın Merv şehrinde doğmuştur. Gençliğinde Anadolu’ya göç ederek önce Karaman ve daha sonra da Eskişehir’e yerleşmiştir. Karaman ve Şam’da öğrenim görmüştür. İslâmî ilimlerde geniş bir ünü vardır. Osman Gazi Şeyh Edebalı dergahında kaldığı bir gece rüyasında şeyhin koynundan çıkan bir ayın kendi koynuna girdiğini ve göbeğinden çıkan ulu bir ağacın bütün cihanı sardığını görür. Şeyh Edebalı bu rüyayı, Osman Gazi’nin büyük bir devletin kurucusu olacağı şeklinde yorumlar. Bu yorumdan sonra kızı Bala Hatun’u Osman Gazi’ye verdiği söylenir. Şeyh Edebalı, Osmanlı Devleti’nin siyasi, idari ve hukuki düzeninin temellerini atmıştı. Ahiliğin temel kurallarını uygulamış ve Kayı Aşireti’nin yerleşik düzene geçmesinde büyük rol oynamıştı. Bu bakımdan Osmanlı Devleti’nin manevi kurucusu sayılır. 1326 yılında ve 120 yaşında vefat eden Şeyh Edebalı’nın türbesi Orhan Gazi tarafından yaptırılmıştır. Damadı Osman Gazi’nin Bey olması üzerine verdiği nasihati çok ünlüdür. Sözlerinden bugün bile derin anlamlar çıkarmak mümkündür: Ey oğul Bundan sonra öfke bize, uysallık sana Güceniklik bize, gönül almak sana Suçlamak bize, katlanmak sana Acizlik bize, yanılgı bize, hoş görmek sana Geçimsizlikler, çatışmalar, anlaşmazlıklar bize, adalet sana Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize, bağışlama sana Ey oğul Bundan sonra bölmek bize, bütünlemek sana Üşengeçlik bize, uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana Ey oğul Sabretmesini bil, vaktinden önce çiçek açmaz İnsanı yaşat ki, Devlet yaşasın Ey oğul Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı Allah (C.C.) yardımcın olsun. |
![]() |
![]() |
![]() |
#105 |
|
![]()
II. SULTAN MAHMUT
1785 yılında doğdu. Reformları ve tarihimize Vaka-i Hayriye adıyla geçen Yeniçeri Ocağını ortadan kaldırmasıyla ün yapan Osmanlı padişahıdır. Amcası III. Selim'in öldürülmesi üzerine 1808 yılında tahta çıktı. Otuz bir yıl süren saltanatı boyunca batılılaşma hareketine öncülük etti. Yurda bir çok yenilikler soktu. Besteci ve ozan oluşunun yanı sıra mükemmel bir hattattı. 1839 yılında 54 yaşında iken vefat etti. Türbesi, İstanbul'da Türbe adıyla anılan semttedir.Amcası III. Selim'in öldürülmesi üzerine tahta oturan Sultan II. Mahmut, amcasının başladığı devrim hareketine sahip çıkmaya hazırdı. Ama ne çare ki, karşısında Alemdar Mustafa Paşa ile sinmiş gibi görünmesine rağmen henüz gücünden bir şey kaybetmemiş bir Yeniçeri Ocağı vardı. Ayrıca, Arnavutluk'tan Yemen'e, Mısır'dan Manisa'ya kadar bütün yurtta karışıklıklar mevcuttu. Sınır boyları ise savaşla doluydu. II. Mahmut böyle zor bir dönemde çıktığı tahtta amcasının yarıda bıraktığı işi tamamlamasını bildi. Bu arada, askerlik sanatını bir yana bırakıp dışarıda hamallık, kayıkçılık gibi işlerle uğraşan, ayrıca devletten ulufe (üç aylık maaş) alan yeniçerilerin başıboş gezenlerini de dağıtıp bu ocağın yerine muntazam ve batılı anlayış içinde bir ordu kurmayı başardı. Sultan II. Mahmut, başta yeniçeriler olmak üzere Kapıkulu Ocakları'nı ortadan kaldırmak için tam on yedi yıl büyük bir sabır içinde bekledi. Yunanistan ayaklanmasıyla dahi başa çıkamayan ve kumandanlarının da tüm güvenini yitirmiş olan yeniçerilerin pek yakında bulunan bir harp vukuunda hiç bir işe yaramayacakları ortadaydı. II. Mahmut bu ocağın ortadan kaldırılması konusunda amcasının yolunu tuttu. Ancak ne var ki III. Selim'in başına gelenler ona gayet iyi bir ibret dersi olduğundan basiretli bir şekilde hareket etti. Önce kumandanlıklara yeni bir ordunun kurulmasına taraftar kimseleri getirdi. Sonra dolambaçlı bir yol seçerek “Eşkinci Ocağı” adı atında modern bir asker ocağı kurulacağını ve bu ocağa yeniçerilerin de gönüllü olarak girebileceklerini ilan etti (25 Mayıs 1825). Tam bir serkeşlik içinde bulunan yeniçeriler bunu bile hoş karşılamayıp 14 Haziran 1825 akşamı ayaklandılar. Ertesi sabah Atmeydanı'na çıkarak “İstemezük” diye bağrışıp kazan kaldırdılar.Sadrazam Benderli Selim Paşa, İzzet Ağa ve Hüseyin Paşalara emirlerindeki askerleriyle şehre gelmeleri emrini verirken, Şeyhülislam Tahir Efendi de Sultanahmet Meydanı'nda Sancak-ı Şerif açtı. Etrafına belli başlı bütün ulema ile yüksek medrese talebesini topladı. Kazan kaldıran âsilerin aleyhinde ateşli nutuklar söylemeye koyuldu. Tophane'den çıkartılan topçu birlikleri de Atmeydanı ile Aksaray'daki yeniçeri kışlalarına sevk edilmişti. Tarihte ilk kez yeniçeri kışlaları topa tutuldu. Ağa Hüseyin Paşa, emrindeki asker ve ondan daha kalabalık bir halk kitlesi ile kışlalara hücum etti. Aralarında Tophane İmamı Hacı Hafız Ahmet Efendi'nin de bulunduğu asker ve halk topluluğu cebren kışlalara girdi. Kanlı bir boğuşma başladı. 6.000 yeniçeri öldürüldü. En az 20.000 yeniçeri de tevkif olunup uzak yerlere sürgün edildiler. Böylelikle Yeniçeri Ocağı tarihe karıştı. Şan ve şeref dolu yıllardan sonra bir çapulcu yatağı halini almış bulunan 465 yıllık Yeniçeri Ocağı yerini Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye adını taşıyan yeni orduya terk etti. Ağa Hüseyin Paşa ilk Serasker (Savunma Bakanı) olarak bu yeni orduyu kurmaya memur kılındı. Eski Saray(Bugünkü İstanbul Üniversitesi Merkez binası) Seraskerlik, Süleymaniye’deki Yeniçeri Ağalık Sarayı da Şeyhülislamlık binası yapıldı. Vaka-i Hayriye adıyla anılan bu hareket ile memlekette reformlar devri başlamış oldu. Önceleri halk arasında Sultan II. Mahmut’a “Gâvur Padişah” adı verilmesine rağmen o, işe kıyafet kanunu ile girişti (3 Mart 1829). Din adamları dışında kalan bütün devlet memurlarına fes, ceket ve pantolon giydirtti. Sarığı, cübbeyi ve kaftanı ilk atan da kendisi oldu. Sonra bu yeni kılık içindeki resimlerini resmî dairelere astırdı. Saray teşkilatının yanı sıra devletin işleme düzeni de tamamen değiştirildi. Yurtta baş döndürücü bir imar hareketi başlarken buharlı gemiler ile makineler getirtildi. Yeni matbaalar açıldı. 1 Kasım 1831 gününden itibaren devlet tarafından Türkçe, Fransızca ve Arapça olarak hazırlanan Takvîm-i Vekâyi Gazetesi yayımlanmaya başladı. Batı müziği, bando, orkestra, opera ve tiyatro yurda girdi. Harp Okulu ile Tıp Fakültesi onun döneminde kuruldu. Sultan II. Mahmut bütün bu yenilikleri başardı ve bütün bir millete zorla da olsa kabul ettirdi. Fakat bunların başarılması yolunda karşılaştığı gaileler, sağlık durumunu hayli bozmuştu. Verem denilen o amansız illete yakalandı. Hekimlerin bütün ihtimamına rağmen günden güne eridi. Nihayet 54 yaşındayken hayata gözlerini yumdu. |
![]() |
![]() |
![]() |
#106 |
|
![]()
SELÇUK BEY
Selçuklu Devleti’ne adını veren Selçuk Bey, Aral Gölü ile Hazar denizi arasına hakim olan Oğuz Devleti’nin komutanlarından Dukak Subaşı’nın oğludur. X. yüzyılın başlarında doğan ve Dukak Bey öldüğü zaman henüz 17-18 yaşlarında olan Selçuk Bey, Yabgu’nun yanında görev aldı ve yetişti. Daha sonra da Yabgu Oğuzlarına subaşı oldu. Genç yaşına rağmen yüksek mevkilere ulaşan Selçuk Bey’in giderek artan itibarı, Oğuz Devleti’nin Yabgusu ve eşini rahatsız etti. Bir süre sonra Yabgu ile arası açılan Selçuk Bey, kendisine bağlı kalabalık Oğuz kütleleriyle, Maveraünnehir’e doğru göç etti. Çok sayıda at, deve, koyun ve sığırı da yanlarında götürdüler. Bu göçün asıl sebebi yer darlığı ve otlak yetmezliği idi. Selçuk Bey 960’ı takip eden yıllarda Seyhun (Sırderya) nehri kenarında yine bir Oğuz şehri olan Cend’e geldi. Maveraünnehir’den daha evvel göç etmiş Müslüman Türkler de burada oturuyordu. Selçuk Bey’in Türklerle diğer İslâm ülkeleri arasında bir sınır teşkil eden Cend’e gelişi, tarihte önemli bir çağın başlangıcı sayılır. Selçuk Bey, bu yeni bölgenin siyasî ve sosyal şartlarını da değerlendirerek, kendisine bağlı Oğuzlarla birlikte Müslüman oldu. Buhara ve Harezm gibi yakın İslâm ülkelerinden de din adamları istedi. Böylece, Türkmen adıyla da anılan bu Türk kütlesi, siyasî ve sosyal yönden yeni bir hüviyet kazanmış oluyordu. Artık o, İslâmiyet için “cihada hazır bir gazi” idi. Nitekim, Oğuz Yabgusu’nun memurları Cend şehrine yıllık vergiyi almak için geldikleri zaman “Ben kâfirlere haraç vermem” diye onları uzaklaştırdı. Gerçekten de Oğuz Yabgusu henüz Müslümanlığı kabul etmemişti. Bundan sonra İslâmiyeti yaymak için mücadeleye başladı. Oğuz Devletine karşı yaptığı çarpışmalardan iki önemli fayda sağladı. Birinci fayda, Müslüman Oğuzların kendisine katılması ve savaşlarda görev alması oldu. İkinci fayda ise, Cend şehri ve civarında Yabgu’nun nüfuzunu kırarak kendi bağımsızlığını ilân etmesi idi. Komşu devletler de onun bağımsızlığını tanıdılar. Artık Selçuklu Devleti kurulmuş oluyordu. Şimdilik küçücük bir devlet idi ve tam bağımsız sayılamazdı. Bu sırada Türk Karahanlı Devleti ile İranlı Sâmanî Devleti savaş halindeydiler. Sâmanî Devleti, Selçuk Bey’den yardım istedi. Selçuk Bey’in hem yeni topraklara ihtiyacı, hem de Büyük Türk Hakanlığı’nda gözü vardı. Oğlu Arslan Bey’in kumandasında gönderdiği kuvvetler sayesinde Sâmanî Devleti Karahanlılara galip geldi. Bunun sonucu ve karşılığı olarak da Buhara ile Semerkant arasında, Nûr kasabası yakınlarında bir bölge yurtluk olarak Selçuklulara verildi. Artık Selçuklu Devleti, bir yanda Karahanlı Türk Devleti, öbür tarafta İran Sâmanî Devleti olmak üzere iki büyük devlet arasında yer almış bulunuyordu ve burada tutunmak zorundaydı. Selçuklular, iki devletle ilişkilerini bütün fırsatları değerlendirerek dengelediler. Karahanlılar 992’de Sâmanîler başkenti Buhara’yı zaptettiler. Sâmanîler bölgeye yani Maveraünnehir’e ancak Oğuz Devletinin yardımı ile tekrar hâkim olabildiler. Fakat artık Sâmanî Devletinde huzursuzluk ve kargaşa yoğunlaşıyordu. Bundan Gazne Türk Devleti de yararlanmak istedi. Çünkü yeni Gazne Türk Devleti henüz Sâmanîlere bağımlı olmaktan kurtulamamıştı ve kurtulmak için fırsat kolluyordu. Sâmanî Devleti, Büyük Hakanlığı elinde tutan kuvvetli Karahanlı Devleti ile, gittikçe kuvvetlenen Selçuk ve Gazne Türk devletleri arasında yok olmaya mahkûmdu. Türk devletleri de Büyük Hakanlık için birbirleriyle mücadele verdiler ve yavaş yavaş üstünlüklerini kabul ettirdiler. Mikail, Arslan, İsrafil, Yusuf ve Musa adındaki oğullarıyla birlikte Büyük Selçuklu Devleti’nin temellerini atan Selçuk Bey 1009 yılında ve 100 yaşlarında öldüğü zaman devleti iyice teşkilâtlanmış, Selçuklu İmparatorluğunun temelleri tamamen atılmıştı. |
![]() |
![]() |
![]() |
#107 |
|
![]()
SULTAN VELED
Anadolu Selçukluları devrinde, bugünkü Karaman, Lârende adıyla tanınıyordu. Bir gün Lârende'ye sevinçli bir haber ulaşmıştı. Ailesi ile birlikte Horasan'ın Belh şehrinden göçen ve birçok yerleri dolaştıktan sonra Anadolu'ya yönelen Sultan'ül-Ulema Bahaeddin Veled, oğlu Mevlâna Celâleddin'le birlikte, Lârende'ye geliyorlardı. Haber kısa sürede bütün şehre yayıldı. Lârende Valisi Emir Musa, şehrin ileri gelenleri ile birlikte, Bahaeddin Veled'i karşılayarak sarayına davet etti. Hiç bir şehirde, hiç kimseye yük olmak istemeyen ve medreseden başka bir yere inmeyen Bahaeddin Veled, burada da Emir Musa'nın davetini reddetti. Kendisine uygun bir medrese gösterilmesini rica etti. Emir Musa, yıllardır adını duyduğu bu şöhretli konuğa, hemen bir medrese yapılmasını emretti. Kısa sürede medreseyi tamamladılar. Bahaeddin Veled, ailesiyle birlikte medreseye yerleşti. Bu sırada Mevlâna genç bir bilgin olarak babasının derslerine devam ediyor, gece gündüz okuyor, araştırıyordu. Bahaeddin Veled ile birlikte Belh şehrinden göçen ve Karaman'a yerleşen has müritlerinden Şerafeddin Lala'nın Gevher Hatun adında güzellikte eşsiz, melek huylu bir kızı vardı. Bahaeddin Veled, bu kızı, oğlu Mevlâna Celâleddin için istemiş, ihtiyar Lala, bunu bir mutluluk sayarak hemen kabul etmişti. Mütevazi bir düğünle, her ikisinin nikâhları kıyıldı. Bu mutlu evlenmeden bir süre sonra, 24 Nisan 1226 da Mevlâna Celâleddin'in bir oğlu dünyaya geldi, adını Sultan Veled koydular. Mevlâna'dan sonra Mevlevîliğin kurucusu, tanınmış bilgin ve şair, büyük mutasavvıf Sultan Veled'in yaşantısı, Karaman'da böyle başlamış, iki yıl sonra da, Selçuklu Sultanı I. Alâeddin Keykubad'ın daveti üzerine, tüm aile, başkent Konya'ya gelip yerleşmişti. Sultan Veled, Konya'da büyümüş, öğrenimini Konya'da tamamlamıştı. Onun fikir ve eserlerinde Mevlâna'nın etkisi büyüktür. Babasının yakın dostları olan Şems-i Tebrizî, Selâhaddin-i Zerkubî, Çelebi Hüsameddin gibi tasavvuf bilginlerinin sevgisini kazanan Sultan Veled, bu ulu kişilere içtenlikle bağlanmış, onlara sonsuz bir saygı beslemiştir. Öyle ki, Mevlâna'nın ölümünden sonra, babasının yerine kendisi oturmamış, bu makama, babasının can dostu Çelebi Hüsameddin'i uygun görmüştü. Çelebi Hüsameddin, 1284 yılında ölmüş, bu kez Mevlevî topluluğunun ısrarı üzerine Mevlevîlik postuna ancak o zaman oturmuş, Mevlevîliğin kurucusu olmuştur. Sultan Veled, ölüm tarihi olan 1312 yılına kadar, oğlu Ulu Ârif Çelebi'yle birlikte, Mevlâna'nın fikirlerini yayan, eserlerini tanıtan bir mürşid olarak Mevlâna’yı temsil etmiştir. Devrin sultanları ve devlet ileri gelenlerince de sayılmış ve sevilmiş, Anadolu'da başlayan “Türkçecilik” akımına da uyarak birçok şiirlerini Türkçe yazmıştır. Onun kaside ve gazellerinin bulunduğu, Divân'ından ayrı olarak, İbtidânâme, Rebabnâme, İntihânâme ve Maârif adlı dört büyük eseri vardır. Bu eserlerinde Mevlâna'nın üslûbunu, fikir ve düşüncelerini bulmak mümkündür. Sultan Veled'in Türkçe şiirlerinde, çağdaşı ve fikirdaşı Yunus Emre'nin akıcılığı, coşkunluğu ve berraklığı bulunmamakla birlikte, XIII. yüzyıl sonlarında başlayan, Anadolu'daki Türkçecilik akımına oldukça önemli katkıları vardır. Türkçe, bir şiirinde şöyle seslenir: Senin yüzün güneşdür yoksa aydır Canım aldı gözün dahi ne aydır Benim iki gözüm bil ki canımsın Beni cansız koyasın sen bu keydür Gözümden çıkma kim bu yer senindir Benim gözüm sana yahşi saraydır Ne oktur bu ne ok kim değdi senden Benim boynum süngüydü şimdi yaydır. Sultan Veled'in İbtidâname adlı eserine Sultan Veled Mesnevisi de denir. Veled bu eserinde, Mevlâna'yı ve onun dostlarını anlatmakta ve eserinin önsözünde şöyle demektedir: (Babam, yaratılış ve huy bakımından bana en fazla benzeyen sensin sözüyle beni kardeşlerinin, müritlerin ve bilginlerin arasından seçmişti. Ona benzemeye çalıştım. Kendisi şiirler söylemiş, divânlar meydana getirmişti. Ben de onun gibi bir divan meydana getirdim. Sonra dostlar, Mevlâna'ya uyup bir divân tertip ettin, Mesnevi yolunda da ona uyman gerektir dediler. Ona benzemek için bu işe başladım.) Görüldüğü gibi, Sultan Veled, ömrü boyunca babası Mevlâna Celâleddin-i Rûmî'nin izini izlemiş, onun yolundan gitmiş, ona benzemek istemiştir. 11 Kasım 1312 Cumartesi gecesi, 86 yaşındayken hayata gözlerini kapadığı zaman, dostları onu babasının sağ tarafına gömmüşlerdi. Bugün Konya'da Mevlâna'nın Türbesindeki altın işlemeli sanduka, hem Mevlâna'yı hem de Sultan Veledi örtmektedir. Sultan Veled, Anadolu'da doğan fikir güneşleri arasında seçkin yerini her çağda korumuş, özellikle Mevlâna'nın eserlerini çoğaltan, fikirlerini yayan ve Mevlâna hayranlarını Anadolu'da küme küme bir araya getiren bir teşkilâtçı olarak Mevlevî tarihinde büyük önem kazanmıştır. |
![]() |
![]() |
![]() |
#108 |
|
![]()
SÜLEYMAN ŞAH
Osmanlı Türkleri, Oğuzların Bozok kolundan Kayı boyuna mensupturlar. Kayıhan, Günhan’ın oğludur. Kayı kelimesi ise dağdan inen sel, tipi, çığ manasına gelmektedir. Oğuzlar, Oğuz Han’ın neslinden gelen en temiz bir soydur. Bunlar Müslümanlığı kabul edince, Türkmen adıyla adlandırılırlar. Türkler, Avrupalı kavimler gibi beyaz ırka mensupturlar. Moğollarla katiyen bir alakaları yoktur. Oğuz Türkleri beyaz tenli, kumral saçlı, ela gözlü, kuvvetli vücutlu yüksek ahlaka sahip insanlardır. Hürriyet ve istiklallerine aşık bir millet olduklarından, tarihin hiçbir devrinde, esaret boyunduruğuna girmemişlerdir. Oğuzların cihan tarihinde devletleri 3000 yıldan beri devam etmektedir. Oğuz Türkleri, Hun Türkleri, Göktürk İmparatorluğu, Selçuklu İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu olmak üzere devamlı olarak dört büyük imparatorluk kurmuşlardır. İlk üç imparatorluğu Çinliler ve Moğollar, daimi akınlarıyla yıkınca bu defa Oğuz Türkleri Osmanlı İmparatorluğunu kurdular. Osmanlı Devleti’ni kuran Türklerin atası Kayaalp oğlu Süleyman Şah’tır. Osmanlıların Oğuz Han’a kadar şu silsilenameleri eski yazma tarihlerde kayıtlıdır. Osman Gazi’den itibaren Ertuğrul, Süleyman Şah, Kayaalp, Kızılboğa, Baytar, Iğla, Kutluğ, Doğan, Kaytun, Sungur Tekin, Bakı, Sunka, Yakı Timur, Basak, Göktürk, Oğuz Han, Kara Han olmak üzere şecereleri devam etmektedir. Bu şecere 155 batın olarak kabul edilmektedir. Osmanlı Oğuz Türklerinin ana yurtları Orta Asya’da bulunan Tanrı Dağı yöresi idi. Bu üst yurda Türkler “Günortaç”, doğu taraflarına “Hatay”, batı taraflarına “Horasan”, kuzeylerine de ”Kıpçak” illeri denilirdi. Bütün yurtlarının tümünde de “Turan” ülkesi adını vermişlerdi. İstiklal ve hakimiyet mefkurelerinin adı da “Kızıl Elma” olup, müstakbel bir vatanın ideali idi. Türk dilini konuşan bütün oba, oymak ve boylara genel olarak Türk derlerdi. Türk kelimesi, kuvvetli ve güzel manasına gelmektedir. Oğuz kelimesi ise kutlu kabileler manasınadır. Asil soydan gelen Oğuzlara Budun dillerini konuşan ve kültürlerini kabul eden kavimlere de Ulus derlerdi. Budun’lara Akkemik, Ulus’lara da Karakemik adı verilirdi. Türkler ana cevherin muhafazasına çok dikkat ederlerdi. Çünkü devlet kuran, hakimiyet sağlayanlar asil kanı taşıyanlardı. Hakimiyetlerine aldıkları kavimlerle kan bağından çekinirlerdi. Fakat onları dinlerinde ve dillerinde serbest bırakırlardı. Hükümdarlık, kumandanlık, idarecilik yalnız Türklere verilir, diğer kavimler yalnız ticaret işlerinde serbest bırakılırdı. Bütün tarih boyunca varlıklarını, dillerini muhafaza etmekle koruyabilmişlerdir. Orta Asya’da bir kol olarak yaşayan ve beyaz tenli olan Türkler, Asya kavimlerinin en medenîsi ve ahlakça da en üstün birer Asya centilmeniydiler. Türklerin güzelliklerine bütün Asyalı kavimler hayrandırlar. Türkmen güzeli ilahi bir güzellik sembolüdür. Türklerin ilk büyük devletini Günortaç elinde Oğuz Han kurdu. Bu devlete Hun İmparatorluğu denildi. Fakat bu devlete Oğuz Devleti demek daha doğrudur. Bu devlet Kore’den Hazar Denizi’ne kadar geniş topraklarda 26 devleti idaresine aldı. Fakat bu imparatorluk Çinlilerin tazyiki ile yıkıldı. Bu devletin yerine VI. Asırda “Bumin Han”, Göktürk İmparatorluğunu kurdu. Bunlar, ilk öz Türkçe kitabeler bırakan bir Türk kavmidir. Bu dikili taşlara Orhun Kitabeleri adı verilmektedir. Bu devleti de Çinliler yıktılar. Fakat Göktürklerin bir kolu olan Uygurlar bir devlet kurarak, Türk hakimiyet ve medeniyetini devam ettirdiler. Uygurlar dünyada ilk defa matbaayı icat eden ve kağıdı bulan bir Türk kavmidir. 840 tarihinde Uygurların tazyiki ile Oğuzların büyük kitleleri Horasan iline yerleştiler. Bu bölge Seyhun ve Ceyhun nehirleriyle Hazar Denizi arasında kalan arazidir. Araplar bu bölgeye Maveraünnehir adını vermişlerdir. Oğuzların bir kısmı Rusya ovalarını aşarak Balkanlara ve bir kısmı da Bizanslılar zamanında Anadolu’ya geldiler. Fakat bunların hepsi Hıristiyanlığı kabul ettiler. Ancak balkanlara yerleşen Oğuzlar; Bulgarlar, Sırplar ve Boşnaklara karıştılar. Horasan illerine yerleşen büyük Oğuz kitleleri göçer evli olarak yaşıyorlardı. Araplar Horasan illerini istila ederek bu zengin ülkeyi yağmaya koyuldular. Oğuz Türkleri Araplara hakim olmak emeliyle X. asırda kütleler halinde Müslümanlığı kabul ettiler. Artık Oğuz Türkleri; Güneş, Ay ve Çobanyıldızı’na ibadet edilen Şamanizm dininden İslam dinine girdiler. Cenab-ı Hakkın birliğine Hazret-i Muhammed’in elçi olduğuna ve Kur’an-ı Kerim’e inandılar. İşte bu Müslüman Oğuzların “Kınık” kabilesi başbuğlarından Selçuk Han, Selçuklu İmparatorluğunu kurdu. Ön Asya ve Avrupa siyasi tarihinde büyük roller oynayan Müslüman Türklerin hakimiyeti meydana geldi. Selçuklu İmparatorluğu Horasan, İran, Arabistan ve Anadolu’yu fethederek, büyük bir Müslüman imparatorluğu oldu. Selçuklu Türkleri, Arap kavimlerine hakim olmakla beraber, Müslümanlık adına Avrupa kıtasından gelen Haçlı ordularıyla çarpıştılar. İran ve Anadolu’da yüksek bir Türk medeniyeti meydana getirdiler. Nihayet Selçuklu Devleti, XIV. asrın başında Moğolların tazyiki ile yıkıldı. İşte bu devletin yerine de Oğuzların bir kolu olan Kayhan kabilesi Osmanlı İmparatorluğunu kurmağa muvaffak oldu. Oğuzların Kayihaniler kabilesi, Horasan ilinin Mahan ovasında bulunan Merv şehri dolaylarına yerleşmişlerdi. Kayihaniler birçok oba ve oymaklardan oluşan büyük bir Oğuz aşiretiydi. Bunlar göçebe değil, göçer-evliydiler. Yani bu aşiret tam teşkilatlı bir seyyar site halinde bulunmaktaydı. Oğuzların sosyal bünyeleri üçe ayrılmaktadır. Bir kısım Oğuzlar toprağa bağlı çiftçiler, ikinci büyük kısım ise sürü sahibi yörükler, bir kısmı da muhtelif sanat kollarıyla meşgul olan sanatkar Türklerdi. Sanatkarlar ve esnaf kısmı ahîlik teşkilatına bağlıydılar. Bu aşirette ayrıca “Horasan Erenleri” denilen alimler ve “Başbuğ” denilen kumandanlar da bulunmaktaydı. Oğuzların başında Han dedikleri devlet reislikleri bulunmaktaydı. Han olabilmek için ana ve babanın Türkmen olması lazımdı. Türk babadan gelen şehzadelere “Tekin”, Türk anadan gelen han kızlarına da “İnal” denilirdi. İşte ancak bu töreye uygun olanlar han veya hakan olabilirlerdi. Bu gelenek Osmanlı Türklerinde Kanuni Sultan Süleyman’a kadar devam etti. Bu Oğuz aşiretinde birçok da saz şairleri vardı. Bunlara ozan adı verilirdi. Ellerindeki sazlarına da Kopuz denilirdi. Ozanlar milli günlerde Oğuzname’den parçalar okurlardı. Milli bayramlarına da Şölen adı verilirdi; o gün yemek yenir ve kımız içilerek eğlenilirdi. Horasan ilinde Selçuklulardan sonra Harzemşahlar saltanat sürmüşlerdi. İşte, o zamanlar Kayıhan aşiretinin başbuğu Kayaalp oğlu Süleyman Şah idi Kayihaniler, Mahan ovasında mesut yaşıyorlardı. Fakat Orta Asya’da devlet kuran Moğol Han’ı Cengiz; büyük bir ordu ile bütün batı Türkeli’ni istila etti. Harzemşahlarla kanlı savaşlara girişti. Türk Ellerinin zengin şehirlerini yağma edip halkı işkencelerle katle başladı. Şerefname adlı tarihte şunlar yazılıdır: “Osmanlılar; Selçuklular gibi Oğuzlara mensuptur. Bunlar Horasan’dan Anadolu’ya gelmişlerdir. Bunların bu tarafa gelişlerindeki sebep, Cengiz Han’ın zulümleri yüzünden bu havalinin darmadağın olmasıdır. Bütün musibetler her tarafı sardı. Bu felaketi her taraf duydu...” Habibü’s-Siyer adlı eserde de şunlar yazılıdır: “Cengiz Han, Merv şehrinde bir katliam yaptırdı. Seyit İzzeddin adında birisi Merv şehrindeki ölülerin sayılmasına memur edildi. Yanına birkaç katip de verildi. Ölülerin sayılması on altı gün devam etti; 300.000 ölü sayıldı. Bu, korkunç bir manzaraydı. Güzel kızlar ve çocuklar esir edildi. Diğer şehirlerde her askerine 25 kişi düşmek suretiyle taksim ederek halkı katlettirdi...” 1220 tarihinde Horasan Elleri, Cengiz Han’ın vahşetiyle kana boyanırken Süleyman Şah, 50.000 hane Türkmeni yanına alarak konak konak ilerlemek suretiyle Van Gölü civarındaki Ahlat şehrine geldi. Beraberinde 80.000 yiğit asker vardı. O zamanlar Ahlat’ta Türkler oturmaktaydı. Hükümdarları “Balaban Bey” di. Bu durum Horasan’dan Anadolu’ya umumi bir göç idi. Süleyman Şah, aşiretiyle beraber 25 Şubat 1221 tarihinde Ahlat’tan kalkarak Erzincan taraflarına doğru yola çıktı. Amasya’da birkaç gün kalarak bu bölgede bulunan Gürcüler ve diğer kavimlerle savaştı. Fakat bu ülkede büyük bir mera bulamadı. O sıralarda Halep’te bulunan Eyyubî Devleti şubelerinden bir hükümdar, Haçlılarla çarpışmak üzere Süleyman Şah’ı Halep’e davet etti. Kayaalp oğlu Süleyman Şah, bütün ağırlıklarıyla ve oymaklarıyla beraber Amasya’dan yola çıktı. Elbistan taraflarından ilerliyordu. Nihayet önlerine Fırat Nehri çıktı. Bu nehrin geçitlerini bilmiyorlardı. Süleyman Şah atını Fırat Nehrinin akarsularına sürdü. Fakat atı bu coşkun suyun akıntısına mukavemet edemedi. Süleyman Şah da ayağını üzengiden kurtaramadı. Sular Türk’ün atası Süleyman Şah’ı alıp gitti. Birkaç defa atıyla batıp çıktıysa da onu kurtaramadılar. Aşiret halkı feryada başladılar. Süleyman Şah boğulmuştu. Askerler onun cesedini sudan çıkardılar. Onu, otağına koyarak, etrafında dokuz defa dönmek suretiyle gözyaşları içinde yas tutular. Bütün aşiret halkı, babasız kalan çocuklar gibi gurbet ellerinde mahzun kaldılar. Süleyman Şah’ın cesedini Raka kasabası civarında bulanan Caber Kalesi’nin önüne bir türbe yaparak oraya defnettiler. Bu suretle Süleyman Şah, 10 Kasım 1228 tarihinde bu türbeye gömüldü. O zamanlar bu mezara “Türk Mezarı” adını verdiler. Öldüğü zaman altmış yaşındaydı. Asıl adının Türkçe Sülemiş olması ihtimali çok kuvvetlidir. Süleyman Şah’ın mezarı, daha sonra Türkiye Cumhuriyeti topraklarına verilmiştir. Süleyman Şah’ın beklenilmeyen bu ölümü karşısında Kayı’lar şaşırıp kaldılar. Kubur adlı bir su başında konakladılar. Oğulları arasında bir anlaşmazlık çıktı. Dört oğlundan Sungur tekin, Gündoğdu; Horasan iline gitmeye karar verip o tarafa gittiler. Diğer oğullarından Dündar ve Ertuğrul ise dört yüz kırk dört hane halkını alarak Erzurum civarındaki Pasinler ovasındaki Sürmeliçukur’a giderek yaylak kurdular. Bir müddet sonra da Ankara’ya gelerek Karacadağ’a yerleştiler. Arkasından Ertuğrul Gazi, Anadolu Selçuklu Sultanı tarafından Söğüt’e Uçbeyi tayin olundu. Onun oğlu Osman Bey de Osmanlı Devletini kurdu. Oğuzların, atalarımız olan Kayihanîler aşiretini Anadolu’ya getirip yerleştiren Süleyman Şahtır. |
![]() |
![]() |
![]() |
#109 |
|
![]()
ŞAH İSMAİL
İran Safevi Devleti'nin kurucusu olan Şah İsmail, 1487 yılında doğdu. Babası Şeyh Haydar, Şirvan hükümdarı Ferruh Yesar ve ona yardım eden Akkoyunlu hükümdarı Yakup Bey'e karşı yaptığı savaşta öldü. Üç yıl hapis hayatı yaşayan Şah İsmail, esaretten kurtulduktan sonra mücadelelere girişti. 1500 yılına kadar süren bu mücadelelerden sonra Şah İsmail, babasının katili Ferruh Yesar'ın üstüne yürüdü. Bakü'yü ele geçirdi ve 1502'de Akkoyunlu hükümdarı Elvend'i Nahçivan yakınlarında yenerek, ülkesinin bir kısmını ele geçirdi. Buradan Tebriz'e giderek taç giydi ve "Şah" unvanını kazandı. 1502 kışını Tebriz'de geçiren Şah İsmail, ilkbaharda Fars ve Irak'ı daha sonra da Acem hükümdarı Murad Bey'i yenerek Şiraz'ı aldı. 1507'de Erçiş, Ahlat ve Bitlis'i de alarak Elbistan'a kadar ilerledi. Kısa zamanda devletinin sınırlarını genişleten Şah İsmail, iki güçlü rakiple karşı karşıya geldi. Bunlar doğuda Özbekler, batıda Osmanlılardı. Şah İsmail, Osmanlı Devletini yıkmak için Anadolu'yu karıştırmayı düşünüyordu. Osmanlı şehzadeleri arasındaki saltanat mücadelesinin yoğun olduğu bir dönemde, Şah İsmail'in Anadolu'ya gönderdiği Nur Ali Halife, kendisine katılan Türkmen süvarileri ile Tokat'a girdi. Burada Şah İsmail adına hutbe okuttu. Ayrıca Şahkulu'da Antalya'da bir isyan başlattı. Yavuz Sultan Selim tahta geçince, taht mücadeleleri bitti. Yavuz Sultan Selim ilk olarak Anadolu'daki Şah taraftarlarına karşı harekete geçti. Anadolu'daki Şah İsmail taraftarlarını ortadan kaldıran Yavuz Sultan Selim, savaş hazırlığı yapmaya başladı. Hazırlıklarını tamamlayan Yavuz Sultan Selim, 23 Ağustos 1515'de Çaldıran Ovası'nda yapılan savaşta Şah İsmail'i yendi. Bu yenilgiden sonra eski cesaretini kaybeden Şah İsmail, günlerini ayrı ayrı şehirlerde geçirdi. 1524'de ölen Şah İsmail, Erdebil'de Şeyh Safiyüddin'in yanına gömüldü. Şair de olan Şah İsmail, Hatâyî mahlasıyla Türkçe tasavvuf şiirleri yazdı. |
![]() |
![]() |
![]() |
#110 |
|
![]()
SAPARMURAT NİYAZOV, TÜRKMENBAŞI
Saparmurat Atayevich Niyazov 1940 yılında bir işçi ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası II. Dünya Savaşı'nda öldürüldü. Ailesinin diğer fertleri, 1948 yılında meydana gelen Aşkabat depreminde öldü. İlk önce yetimhanede, sonra uzak aile fertlerinin evinde büyüdü. Leningrad Teknik Üniversitesi'nden enerji mühendisi unvanı ile mezun oldu. Bundan sonra Aşkabat yakınlarındaki Bezmein enerji tesislerinde çalıştı. Daha sonra Komünist Partisi üyesi oldu. 1985 yılında Türkmenistan Milletvekilleri Konseyi Başkanlığı'na atandı. Daha sonra Türkmen Komünist Partisi'nin Merkez Komite I. Sekreterliği'ne seçildi. 13 Ocak 1990 tarihinde Cumhuriyetin yüksek yargı organı olan Yüksek Sovyet başkanlığına atandı. 27 Ekim 1990 günü yapılan seçimlerde Türkmenistan'ın ilk Cumhurbaşkanlığına seçildi. 21 Haziran 1992 yılında yeni bir anayasanın kabulü için yapılan yeni cumhurbaşkanlığı seçimlerinde oyların yüzde 99.9'unu aldı. Saparmurat (Niyazov) Türkmenbaşı, Dünya Türkmenleri Vakfı kurucusu ve başkanıdır. Türkmenbaşı (Dünyadaki bütün Türkmenlerin önderi) sıfatı vardır. Türkmenbaşı evli ve 2 çocuk babasıdır. |
![]() |
![]() |
![]() |
Etiketler |
buyukleri, dan, turk |
|
|