Geri git   CurcunaForum.Org > Kültür - Sanat - Tarih - Eğitim ve Uzay > Biyografiler
Kayıt ol Yardım Topluluk

Biyografiler Aradığınız kişinin Biyografileri bu bölümde.

Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 09-17-2008   #1
Profil
Üye
Avatar Yok
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Bulunduğu yer: De_Dust 2
Yaş: 30
Mesajlar: 252
Üye No: 17577

Seviye: 14 [♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥]
Canlılık: 0 / 346
Çekicilik: 84 / 16799
Tecrübe: 84

Teşekkür

Teşekkürler: 0
0 Mesajina 0 Tesekkür Aldi
Rep
Rep Puanı : 11
Rep Gücü : 17
İtibar :
CF TEAM is on a distinguished road
CF TEAM - İCQ üzeri Mesaj gönder CF TEAM - AİM üzeri Mesaj gönder CF TEAM - MSN üzeri Mesaj gönder CF TEAM - YAHOO üzeri Mesaj gönder
Standart

VANÎ MEHMET EFENDİ



Sultan IV. Mehmet zamanında Hünkar Şeyhi namıyla büyük bir nüfuz kazanmış ve Boğaziçi'nin bir köyüne adını bırakmış alimlerimizdendir. Doğum tarihi kesin olarak belli değildir. Van civarından Hoşap kasabasındandır.

Vanî Mehmet Efendi, Van'da eğitim gördükten sonra İstanbul'a gelerek vaizlikle ve kürsü şeyhliğiyle tanınmış ve pek güzel konuşan bir adam olduğu için kısa sürede şöhreti her tarafa yayılmıştı. Sadrazam Fazıl Ahmet Paşanın aracılığıyla Sultan IV. Mehmet'in teveccühünü kazanmış ve devlet işlerinde uzun zaman nüfuz sahibi olmuştu.

Fakat mutaassıp ve sevmediklerine karşı sert davranışlarda bulunduğu için bir hayli düşman kazandı ve padişaha yapılan telkinle saraydan uzaklaştırılarak Bursa civarında Kastel'deki çiftliğine çekildi ve 1686 yılında orada öldü.

Tarihler onu Vanî Mehmet Efendi diye anarlar. Mev'ize'ye dair bazı risaleler yazmıştır. Boğaziçi'nin Anadolu yakasındaki Vaniköy mahallesi vaktiyle orada oturmuş olmasından dolayı onun unvanını taşır.
CF TEAM is offline CF TEAM isimli üyenin yazdığı bu Mesajı değerlendirin.   Alıntı ile Cevapla
Alt 09-17-2008   #2
Profil
Üye
Avatar Yok
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Bulunduğu yer: De_Dust 2
Yaş: 30
Mesajlar: 252
Üye No: 17577

Seviye: 14 [♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥]
Canlılık: 0 / 346
Çekicilik: 84 / 16799
Tecrübe: 84

Teşekkür

Teşekkürler: 0
0 Mesajina 0 Tesekkür Aldi
Rep
Rep Puanı : 11
Rep Gücü : 17
İtibar :
CF TEAM is on a distinguished road
CF TEAM - İCQ üzeri Mesaj gönder CF TEAM - AİM üzeri Mesaj gönder CF TEAM - MSN üzeri Mesaj gönder CF TEAM - YAHOO üzeri Mesaj gönder
Standart

YILDIRIM BEYAZIT



Büyük cesareti ile ün yapan ve savaşlardaki benzersiz sürati yüzünden Yıldırım unvanını alan Osmanlı Padişahıdır. 1360 yılında Bursa'da doğdu. Babası Murat Hüdavendigâr'ın şehit düşmesi üzerine Kosova zaferinin kazanıldığı savaş meydanında padişah oldu. İstanbul'u kuşatıp Anadolu hisarını yaptırdı. Ankara civarında Timur ile yaptığı savaşı kaybederek esir düştü. 4 Mart 1403 günü Akşehir'de kahrından öldü. Türbesi Bursa'dadır.

Savaş alanlarında gösterdiği benzersiz sürat yüzünden, ona daha şehzadeliği sırasında Yıldırım adı verilmişti. Osmanlı hanedânı içinde onun gibi hızlı at süren bir padişah daha yoktu. Büyük cengâver Murat Hüdavendigâr'ın yanında yetişmiş, onunla birlikte katıldığı savaşlarda büyük kahramanlıklar göstermişti.

Nitekim Kosova Meydan Savaşı'nda da kumanda ettiği birliklerin başında gösterdiği büyük kahramanlıklar ve üstün bir idarecilik gücüyle zaferin meydana gelmesinde pek önemli rol oynamıştı. Babası Murat Hüdavendigâr'ın yaralı bir Sırplı tarafından hançerle vurulup şehit edilmesiyle, savaş meydanında padişah olmuştu.
Padişah olduktan sonra, bir rivayete göre babasının vasiyeti üzerine, bir rivayete göre de etrafındakilerin teşvikiyle, babasının ölümünden haberi olmayan ve asker tarafından çok sevilen kardeşi Yakup Çelebi'yi çadırına çağırtarak orada boğduran Yıldırım Beyazıt, Osmanlı sülâlesinde kardeş katlini başlatan ilk hükümdar oldu.

Yıldırım, Kosova zaferi ile Balkan yarımadası üzerindeki Türk egemenliğini sağlamlaştırdıktan sonra, gözlerini İstanbul'a çevirdi. Karadeniz Boğazı'nın Anadolu yakasını ele geçirdikten sonra, Anadolu Türk birliğini kurdu. Boğaz üzerindeki ilk Türk kalesi olan Anadoluhisarı'nı yaptırdı. Sonra İstanbul'un muhasarasına girişti. Bu muhasara sekiz ay sürdü Bizans'ın Türkler eline geçmek üzere olduğunu gören Hıristiyan âlemi, yeni bir Haçlı Seferi için ayaklandı. Kuvvetli bir ordu meydana getirilerek Tuna boyuna ilerleyen Haçlılar, Türklerin elindeki en önemli sınır kalesi olan Niğbolu'yu sardılar.

Niğbolu'nun sayıca pek kalabalık olan bir düşman ordusu tarafından kuşatıldığını haber alan Yıldırım Beyazıt, İstanbul kuşatmasını kaldırarak, büyük bir hızla Niğbolu'ya koştu. Doğan Bey'in kumandasındaki Niğbolu kalesi kahramanca dayanmaktaydı. Cesaretiyle ün yapan Yıldırım Beyazıt, 23 Eylül 1396 tarihinde bir Macar sipahisi kıyafetine bürünüp gecenin geç vakti düşman hatlarını tek başına geçerek kale kapısının önüne geldi:

– Bre Doğan, bre Doğan!.. diye seslendi. Doğan Bey bunu önce bir düşman hilesi sanmış, fakat padişahın sesini tanımıştı. Heyecanla burca koştuğu zaman, gecenin karanlığına rağmen surun dibindeki o emsalsiz kır atı gördü. Yıldırım:

– Hâlin nicedir, bre Doğan?, diye soruyordu.

– Düşman karadan ve nehirden kaleyi tazyik eder, fakat surlar sağlam, erzak boldur. Mâdem ki saadetlü padişahım da yetişmiştir, ne ihtimaldir ki Niğbolu düşe... dedi Doğan Bey. Yıldırım:

– Bir iki gün dayanasın, yetiştik biz gayri, diye seslendi.

Bu sesleri duyan Haçlılar kalenin önünde duran kır atlı ve Macar sipahisi kılıklı yabancının üzerine hücum edecek oldular. Ancak Yıldırım'ın yıldırım gibi giden atına yetişemediler...

25 Eylül 1396 günü Yıldırım Beyazıt, Niğbolu' yu saran o mahşerî Haçlı ordusuna karşı amansız bir hücuma geçti. Uzun sürmedi bu kanlı savaş. Yıldırım, tarihlere nam salan meşhur kıskaç plânı ile o muhteşem orduyu imhâ etti.

Haçlı ordusunun başında bulunan Korkusuz Jean esir düştükten sonra:

– Yemin ediyorum ki, bir daha Türklere karşı elimi silâhıma atmam. demişti. Bunu haber alan Yıldırım Beyazıt, onu huzuruna çağırttı:

– Ettiğin yemini sana bağışlıyorum. Git. Şerefini kurtarmak için Hıristiyanlığın bütün kuvvetlerini bir daha topla ve yeniden gel. Böylelikle bana şan ve şerefimi artıracak yeni fırsatlar verirsin. diyerek kendisini serbest bıraktı.

1402 yılında Doğudan büyük bir kasırga koptu.

Timurlenk, başına topladığı büyük bir oldu ile Altınordu devletini yıktıktan sonra İran’ı istila ederek Arap illerine girmişti. Timurlenk’in karşısında yalnız Osmanoğulları kalmıştı. Bunların ikisi de Müslüman Türk devleti idiler. Ne yazık ki bu cihangir Türk hükümdarı anlaşamadılar. Ahmet Celayir ile Kara Yusuf yüzünden birbirlerine hakaret ettiler. Yıldırım’la Timurlenk’in düşmanlığı Ankara Savaşına yol açmıştı.

İki Türk ordusu Temmuz ayının sıcak bir gününde Çubuk Ovasında kanlı bir savaşa tutuştular. Önce Yıldırım’ın sipahileri Timur ordularını iyice sarstı. Fakat Timur, fillerini bunların üzerine sevk edince savaşın seyri değişti. Bu an Anadolu Beylerinin hıyaneti yüzünden Anadolu askerleri Timur tarafına geçiverdiler. Hıyanet, Yıldırım ordularını paniğe uğrattı. Feci durumu gören padişah, ordugahını kurduğu tepeye çekilerek düşmana karşı mukavemete devam etti. Timur kuvvetleri Çataltepe’de Yıldırım’ın etrafını sardılar. Yanında ancak 300 yüz asker kalmıştı. Yıldırım, elindeki kılıç kırılınca eline bir balta geçirdi. Bu balta ile önüne geleni biçiyordu.

Sabahleyin altın ışıklarını saçarak doğun güneş, kan renkli bir tablo gibi Çubuk Ovasının mor dağları ardından batıyordu. Her tarafı lacivert bir karanlık kaplamıştı. Yerlerde ölüler birer sarı gül gibi yatıyorlardı. Bu esnada Yıldırım, atını tepenin kuzey batısına doğru sürdü. Fakat her tarafı set set düşman askerleri sarmıştı. Sabahtan akşama kadar harp meydanında durmadan kılıç sallayan Yıldırım’ın kolları yorulmuş, açlık ve susuzluk ise onu takatsiz bırakmıştı. Yıldırım atıyla Mahmudoğlu köyü civarındaki dik ve taşlı yamacından inerken atının ayağı taşlar arasına girerek atı ile beraber yere yuvarlandı. Tam bu esnada Timur’un askerleri karşısına dikildiler. Yıldırım’ın elinde kanlı bir balta üstü başı yırtılmış, kavuğu başına geçmiş, yüzü toz toprak içinde olduğu halde bir kahramanlık tablosu meydana gelmişti. O ateşli gözlerini Semerkandlı askerlere dikerek:

Haydi yapacağınızı yapınız! Diye bağırdı.

Çağatay Hanı Mahmudoğlu:

Buyurunuz... Timur-u Gürgani’nin misafirisiniz.

Yıldırım esir edilmiş, Timurlenk de otağına çekilmişti. Kumandanlarının zafer tebriklerini kabulden sonra oğlu Şahruh’la satranç oynamağa başlamıştı. Gece yarası, esir edilen Yıldırım, Timur’un otağına getirildi. Timur derhal ayağa kalkıp ona yer göstererek saygısını gösterdi. Konuşma esnasında bir aralık Timur’un gülümsediğini gören Yıldırım hiddetle bağırdı:

Allahın bedbaht kıldığı biriyle alay etmek fenadır, fena.

Timurlenk şu mukabelede bulundu:

Ben, Allah’ın bu dünyayı benim gibi bir topalla, senin gibi bir köre bıraktığına gülüyorum... Akabinde Yıldırım’a şu suali sordu:

Eğer sen bizi mağlup etseydin, benim askerlerimin akıbeti ne olacaktı?

Hepsini kılıçtan geçirtirdim.

Halbuki ben hayır düşündüm, Tanrı bana zaferi ihsan etti. Sen şer düşündün, Tanrının şerrine uğradın. Onun için Cenabı Hakkın bahşettiği zaferin şükranesi olarak size ve sizin mensuplarınıza iyilikten başka bir şey yapmayacağım. Müsterih olun!

Sonra Yıldırım’a bir sofra hazırlattı. Aynı sofrada beraber yoğurt yediler. Biraz sonra da oğlu Musa Çelebi’yi bulup getirdiler. Ertesi gün Timurlenk, Batı Anadolu’ya doğru ileri harekata geçti. Timur’un askerleri her tarafı yağma ediyorlardı. Hatta bir gün ellerinde Kur’anları bulunan oğlancıklara atlılara saldırtarak bunların hepsini öldürttü. Bursa sarayına girerek hazineyi tamamen yağma ettiler.

Bir müddet sonra Timurlenk, İzmir’i almak üzere o taraflara gittiği zaman Yıldırım’ı da beraberinde götürdü. İzmir zaferi üzerine Timurlenk, muhteşem bir ziyafet hazırladı. Timurlenk’in bu ziyafetten maksadı Yıldırım’a bir ders vermekti. Yıldırım, Müslüman bir hükümdar olduğu halde, neden bir Hıristiyan kızı ile evlenmişti? Timur buna bir türlü tahammül edemiyordu. Bu ziyafette prenses Olivera’ya sakilik ettirdi. Yıldırım, sevgilisinin sarhoşlar meclisine hizmet ettiğini görünce, esirliğin en büyük acısını hissetti. Bütün tahammülü yıkılıverdi. Ayağa kalkarak Timurlenk’e hakaret dolu sözler söyledi.

Hadisenin akabinde Yıldırım, başının vurulmasını beklemeye koyuldu. Netice böyle olmadı. Ertesi gün Timur’un emriyle Akşehir’e gönderildi. Fakat Yıldırım’ın bütün yaşama arzuları kırılmıştı. İç acıları içinde kıvranmaya başladı. Mülkü perişan olmuş, oğulları muharebe meydanında kaybolmuş, hazinesi yağma edilmişti. Artık o nasıl yaşayabilirdi.

Parmağında her zaman taşıdığı bir yüzüğü çıkardı. Bu yüzüğün taşının altında kuvvetli bir zehir saklıydı. Onu yuttu ve akabinde de can verdi. Osmanoğullarının bu kahraman hükümdarı kendi iradesi ile gözlerini hayata yummuştu.

Bu kanlı faciadan sonra Timur, Anadolu’da durmayarak Semerkand’a döndü. Ruhunda devlet kurmak cevherini taşıyan Türk milleti, derhal teşkilatlanarak devletinin varlığını sağlamaya muvaffak oldu. Osmanoğulları ismi altında 624 yıllık uzun bir egemenlik devresi geçirdi. Fakat Timurlenk ölünce, onun kurduğu devlet kendisiyle birlikte yok oldu.
CF TEAM is offline CF TEAM isimli üyenin yazdığı bu Mesajı değerlendirin.   Alıntı ile Cevapla
Alt 09-17-2008   #3
Profil
Üye
Avatar Yok
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Bulunduğu yer: De_Dust 2
Yaş: 30
Mesajlar: 252
Üye No: 17577

Seviye: 14 [♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥]
Canlılık: 0 / 346
Çekicilik: 84 / 16799
Tecrübe: 84

Teşekkür

Teşekkürler: 0
0 Mesajina 0 Tesekkür Aldi
Rep
Rep Puanı : 11
Rep Gücü : 17
İtibar :
CF TEAM is on a distinguished road
CF TEAM - İCQ üzeri Mesaj gönder CF TEAM - AİM üzeri Mesaj gönder CF TEAM - MSN üzeri Mesaj gönder CF TEAM - YAHOO üzeri Mesaj gönder
Standart

YUNUS EMRE


Büyük halk şairi ve mutasavvıfı olan ve şiirleri Türk halkının yüzyıllar boyu mânevi besin kaynağı olan Yunus Emre’nin hayatı efsânelerle doludur. O, ne zaman yaşamış, nerede yaşamış ve ne zaman ölmüştür; bunlar kesin olarak belli değildir. Bolu veya Sivrihisar’da doğduğu rivayet edilir.

Yunus’un ümmî yani hiç okumamış olduğu rivayeti meşhurdur. Düzenli bir eğitim görmediği yazılarındaki dil hatalarından da çıkarılabilir. Ancak eserleri okunduğuna, onu cahil saymaya imkan olmadığı anlaşılır. Yazıları pek çok şey bildiğini, zamanının kıymet hükümlerini, inanış tarzlarını pek iyi kavradığını gösterir. Şiirlerinde dilce ve fikirce anlaşılmayan, izaha muhtaç parçalar mevcuttur. Fakat içlerinde pek açık, gayet doğal, özellikle düşündürücü olanları çoktur.

Yunus şiirleriyle, ilâhileriyle, efsâneleriyle Türk halkının yüzyıllarca hâfızasında yer etmiş, dilinde canlanmış, ruhunda yaşamış ve göz yaşlarında akmıştır.
Yunus Emre, büyük, engin ve içten bir halk şâiridir. O, temiz bir Türkçe ile halka Allah sevgisinin erişilmez heyecanını duyurmağa uğraşmış ve bunda da başarılı olmuştur. Ona göre, tabiatta her şey Allah’ı aramakta ve Allah’ı anmaktadır.

Yunus’ta derin bir tasavvuf kültürü görülür. O, Oğuz lehçesinin en güzel eserlerini vererek Türk halk dilini edebi bir dil durumuna getirdi. Yaşadığı dönemde Farsça edebî dil, Arapça ise ilim dili idi. Yunus Emre, sade ve basit bir dille ilâhî düşüncelerin en güzel anlatımını verdi.

Benim burda kararım yok,
Ben burdan gitmeye geldim.
Bezirgâmım metaım çok
Alana satmaya geldim.

Ben gelmedim dava için
Benim işim sevgi için
Dostun evi gönüllerdir
Gönüller yapmaya geldim.

diyen, gönüller ikliminin güneşi, büyük âşık Yunus Emre için yazılanlar diziye gelmez, koca bir kütüphaneyi doldurur. Aslında o yüzyılları kucaklar. Yüzyıllar onu söyler, seven ve sevilen gönüller, yüzyıllardır onu söyleşir. O, yüzyılların, âşk yüklü dertli dolabıdır inleyen...

Benim adım dertli dolap
Suyum akar yalap yalap
Böyle emreylemiş çalap
Derdim vardır inilerim.

Suyum alçaktan çekerim,
Dönüp yükseğe dökerim,
Görün ben neler çekerim
Derdim vardır inilerim.


Yunus Emre’nin yaşadığı devir, Anadolu'nun içine dönük, umutsuz, bezgin bir dönemidir. Moğol akınları karşısında yenik düşen Anadolu Selçuklu Devleti, Türkmen Boylarının ikide bir ayaklanmasıyla tümden güçsüz kalmış, halktan koparak, kendi derdinde, kendi yaşantısını sürdürme çabasına düşmüştür. Üst üste gelen kıtlık ve sürekli kuraklıklar, bitkin ve ezik halkın yaşama umudunu kırmıştı.

Halk, gerçek mutluluğun ölümden sonra var olacağını, bu geçici dünyada, arı-duru bir gönülle Tanrıya yönelmeyi. telkin eden mutasavvıf şeyhlerin çevresinde küme küme toplanmıştır. Yunus, bu ortamda, bir aşk ve sevgi güneşi olarak Anadolu'da doğmuş, umutsuzlara umut vermiş, Anadolu'nun gönlü ve dili olmuştur.

Dağlar ile taşlar ile
Çağırayım Mevlâm seni
Seherlerde kuşlar ile
Çağırayım Mevlâm seni.

Mevlâsını, her yerde, her zaman çağıran Yunus, gençlik yıllarında büyük mutasavvıf Mevlâna Celâleddin'in sohbet meclislerine katılmış:

Mevlâna Hüdavendigâr bize nazar kılalı
Onun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır,

beytiyle himmet nazarının gönlüne ayna olduğunu söylemiştir.
Çeşitli söylentiler, Yunus Emre'nin yaşantısına renk katar. Bir kıtlık günü Hacı Bektaş-ı Velî'nin dergâhına varmış, buğday istemiş. Ona, buğday yerine “himmet” teklif edilmiş. “Hayır, demiş buğday isterim.” Çuvallarını buğdayla doldurmuşlar. Köyüne dönerken yarı yolda aklı başına gelmiş. Geri dönerek Hacı Bektaş'tan “erenler himmeti” dilemiş. “Senin kısmetin Taptuk Emre'dedir” demişler ve Taptuk Emre'ye ısmarlamışlar.

Yunus, tam kırk yıl Taptuk Emre'nin Dergâhı'na odun taşımış. “Taptuk Dergâhı'na odunun eğrisi bile gerekmez” diyerek, kırk yıl tek bir eğri odun getirmemiş. Sonunda, muradına ermiş ve kendisine izin verilmiş.

Dirildik pınar olduk,
İrkildik ırmak olduk,
Aktık denize daldık,
Taştık Elhamdülillâh.

Taptuğun tapusunda,
Kul olduk kapısında,
Yunus miskin çiğ idik
Piştik Elhamdülillâh.


diyerek, diyar diyar dolaşmış, içinde yanan ateşin közüyle, şiirler söylemeğe başlamış.
Bundan sonra, Yunus'un gönlünde ilâhî aşk'tan başka bir şeye yer yoktur artık. Bu aşkın potasında yanıp yakılmakta, bu yanışın iniltileri Yunus'u ozanlaştırmaktadır.

Artık Yunus yok, ortada aşk var, aşkın terennümleri var. Yunus, bu aşk harmanında savrulan buğday taneleri gibi estikçe aşk, döküldükçe aşk:

Aşkın aldı benden beni
Bana seni gerek seni
Ben yanarım dün'ü günü
Bana seni gerek seni

Ne varlığa sevinirim
Ne yokluğa yerinirim
Aşkın ile avunurum
Bana seni gerek seni...

Yunus Emre, Anadolu'da doğan, yine Anadolu'da batan bir tasavvuf güneşidir. Yaşadığı çağda Türkçe bir kenara itilmiş, hor görülmüşken, Yunus, Türk dilini, bütün incelik ve güzellikleriyle sırtlamış, ayağa kaldırmış, kendinden sonra gelen ozanlara öncülük etmiştir.

Yunus Emre’nin dili, Anadolu'nun öz dilidir. Anadolu Türklüğünün yüreği Yunus'ta çarpar, bu yürek, tüm kükrekliğiyle Yunus'ta dile gelir :

Gönlüm düştü bu sevdaya
Gel gör beni aşk neyledi
Başımı verdim kavgaya
Gel gör beni aşk neyledi.

Ben ağlarım yana yana
Aşk boyadı beni kana
Ne âkilim ne divâne
Gel gör beni aşk neyledi.


Onun doyumsuz sevgisinde, tüm insanlığın sesini duyarsınız. Bu seste gerçek inanç, Tanrı sevgisi, insan değeri ve var olmanın sevinci vardır. Tüm kötülüklerden arınmış, duru bir gönülle seslenir insanlığa:

Adımız miskindir bizim
Düşmanımız kindir bizim
Biz kimseye kin tutmayız
Kamu âlem birdir bize...

derken, insanları anlayış ve dayanışmaya, birliğe ve dirliğe davet eder. Onun bu çağrısı “sevgi” ocağınadır. Seslenir:

Gelin tanış olalım,
İşi kolay kılalım.
Sevelim sevilelim
Dünya kimseye kalmaz.

Yunus Emre’nin bilinen iki eseri vardır. Biri, Risaletü’n-Nushiyye ya da (Öğüt Risalesi) adıyla aruz ölçüleri içinde yazılmış, tasavvufî, ahlâkî, dinî bir eserdir. Ötekisi ise, asıl büyük şiir gücünü yansıtan Dîvân’ıdır.

Son araştırmalara göre, Yunus Emre, 1321 yılında, yetmiş yaşlarında olduğu halde, hayata gözlerini kapamıştır. Porsuk suyu ile Sakarya’nın birleştiği yerde bir zaviyesi olduğu ve oraya gömüldüğü rivayetler arasındadır. Bursa’da gömülü olduğu da söylenir.

Erzurum’daki Tuzcu Köyü yakınında, Manisa’nın Salihli ve Kula kazaları arasındaki Emre Köyü’nde, Keçiborlu kasabası civarındaki bir köyde Yunus Emre’nin mezarı diye gösterilen yerler varsa da onun asıl mezarının seven ve sevilenlerin gönlü olduğu bir gerçektir.

UNESCO, 1971-1972 yılını bütün dünyada Yunus Emre Yılı olarak kabul etmiştir.

Biz dünyadan gider olduk
Kalanlara selâm olsun.
Bizim için hayır dua
Kılanlara selâm olsun
Ecel büke belimizi
Söyletmeye dilimizi
Hasta iken hâlimizi
Soranlara selâm olsun

Tenim ortaya açıla
Yakasız gömlek biçile
Bizi bir âsân vechile
Yuyanlara selâm olsun

Selâ verile kasdımıza
Gider olduk dostumuza
Namaz için üstümüze
Duranlara selâm olsun.

Derviş Yunus söyler sözü
Yaş dolmuştur iki gözü
Bilmeyen ne bilsin bizi
Bilenlere selâm olsun.
CF TEAM is offline CF TEAM isimli üyenin yazdığı bu Mesajı değerlendirin.   Alıntı ile Cevapla
Alt 09-17-2008   #4
Profil
Üye
Avatar Yok
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Bulunduğu yer: De_Dust 2
Yaş: 30
Mesajlar: 252
Üye No: 17577

Seviye: 14 [♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥]
Canlılık: 0 / 346
Çekicilik: 84 / 16799
Tecrübe: 84

Teşekkür

Teşekkürler: 0
0 Mesajina 0 Tesekkür Aldi
Rep
Rep Puanı : 11
Rep Gücü : 17
İtibar :
CF TEAM is on a distinguished road
CF TEAM - İCQ üzeri Mesaj gönder CF TEAM - AİM üzeri Mesaj gönder CF TEAM - MSN üzeri Mesaj gönder CF TEAM - YAHOO üzeri Mesaj gönder
Standart

YAHYA KEMAL BEYATLI


Günümüz şiirinin en güçlü sanatçılarından biri olan yahya Kemal, 1884 yılında Üsküp'te doğdu. 1958'de İstanbul'da öldü. Balkan hasretini ve Osmanlı İmparatorluğu'nun ihtişam devirlerini hiçbir zaman unutamadı. Gençlik döneminde Paris'e giderek Siyasal Bilgiler Okulu'una girdi. Dokuz yıl sonra İstanbul'a döndü, Varşova, Madrid, Karasi elçiliklerinde bulundu. Tekirdağ ve İstanbul'dan milletvekili seçildi. Şiirlerini sağlığında bastırmadı. Eserleri ölümünden sonra yayınlandı.
Yahya Kemal Beyatlı'nın asıl adı Âgâh'tır. Şehsüvar Paşa torunlarından olduğu için Beyatlı soyadını almıştır. 1903 yılında Paris'e gitmiş olan Yahya Kemal, böylelikle kendisinden önce Türk şiirine damgasını vurmuş olan Abdülhak Hamit ve Tevfik Fikret'in etkisi altında kalmaktan kurtulmuştur.

Ancak, gittiği Siyasal Bilgiler Okulu'nda Avrupa Tarihi öğreten Albert Sorel'in Osmanlılardan hemen hiç sözetmemesi, ondaki millî gururu zedelemiştir. Bu hızla, kendi tarihinin yükseliş devrine eğilen Yahya Kemal, sonunda İstanbul şairi olmuştur.
Yahya Kemal, 1912'den sonra, ilk şiirlerini Bulunmuş Sayfalar başlığı altında yayınlamış, ama bunu pek seyrek yapmıştır. 1912'de Paris'te yazdığı Açık Deniz şiirinin yayın tarihi 1925'tir. Böyle davranmasının nedeni, görüştüğü Fransız şairlerinden edindiği titizlik ve alışkanlıktır.

Şiirde kelimelerin ses yapısında ve aruz ahengine önem verdiği için mısralarını sürekli olarak değiştirmiştir.. Ancak önırünün son on beş yılı içinde sık sık şiir yayınlamaya başlayabilmiştir.İyi bir kültürle yetişen Yahya Kemal, Paris'ten İstanbul'a dönünce 1915'ten 1923'e kadar Üniversite'ye intisap etmiş "Batı Edebiyatı Tarihi" ve "Medeniyet Tarihi" dersleri okutmuştur.

Bu arada, 1922'de Lozan Sulh Heyeti'nde müşavir sıfatıyla bulunan büyük şair, 1923'te, İkinci Büyük Millet Meclisi'ne Urfa milletvekili seçilmiş, 1926'da Varşova, 1929'da Madrit Büyükelçimiz olmuştur. Daha sonra, tekrar Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne milletvekili olarak giren Yahya Kemal Beyatlı, yedinci seçim devresine kadar milletvekilliğinde kalmıştır.
Beyatlı, bir süre Üniversite'de Garp Edebiyatı da okutmuştur. Ancak, bu tarzdaki eğitime hazırlıklı olmadığı için bunu sürdürememiştir. Daha ziyade Sokrates tarzında canlı sohbetleriyle bilgilerini ve duygularını başkalarına aktarmıştır. Onun meşhur Emirgân sohbetleri, yıllarca sürmüştür.

Şiirden başka maka1e ve sohbet tarzında nesir yazıları da olmakla beraber sanatçının asıl kişiliği şiirden gelir. Eserleri, bu bakımdan üç grup teşkil eder: Eski şiirin rüzgarıyla meydana getirdiği gazel ve benzeri şiirler, gerçek İstanbul şiirleri, bir de ölüm ve sonrası gibi metafizik ya da felsefi temaları işlediği yalın şiirler.Tarih zevki bilhassa İstanbul şiirlerinde kendini göstermiş ve tarih bilgisi İstanbul'un fethi üzerinde derinleşmiştir.
Yahya Kemal Beyatlı kendine inanmış bir sanatçıydı. Kendisinin dışındaki sanatçıları kolay kolay beğenmezdi.

Çevresinde hayranlarının bulunmasından mutlu olurdu. Kendi şiirlerini belirli bir melodiye göre, o şiir o âhengi kaldırsın kaldırmasın, okumaktan zevk alırdı. Karakteri itibariyle neşeli, o derecede de kuruntulu, vehimli bir insandı. Ailesiyle ilgisini tamamen kesmişti. Kişiliğinden başka dayanağı yoktu. Onun, Atatürk'ün sofrasında söylediği bir söz, çok şöhret kazanmıştır.

Atatürk;
- Yahya Kemal Bey, Ankara'nın en çok neresini beğendiniz?
diye sormuştu. Yeni milletvekili de hemen cevap vermişti:
- İstanbul'a dönüşünü, Paşam...

Melek Celal Sofu'nun (ressam) bir hâtırasına göre, gençlik döneminde aşık olduğu Celile Hanımla evlenemeyişi Yahya Kemal'i ömrü boyunca bir yuva kurmaktan yoksun bırakmış, hiç bir kadın ona bu aşkı unutturamamıştır. Erenköyü'nde Bahar ve Geçmiş Yaz gibi bir çok şiir bu sevginin neticesidir.

Bununla beraber şairi, çok sıkıntıya düştüğü yıllarda Kavaklıdere Şarap Fabrikası'na iki mısralık bir reklam şiri yazdığını da görüyoruz:

Biz veda etmek üzereyiz kedere
Getir ahbap bir Kavaklıdere

Yahya Kemal'de, alelâde bir sözü şiir haline getirme gücü vardı. Süleyman Nazif'in İbnü'l-Emin Mahmud Kemal hakkında söylediği:

Ne kendi kimseye benzer, ne kimse kendisine
mısraını hemen bir mısra ilavesiyle gerçekten şiir haline getirmişti.
Hezâr gıbta o devr-i kadîm efendisine
Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine

Kırk yılı aşan edebî hayatının ürünü, belki küçüklü büyüklü kırk parça eseri aşmaz. Ama hepsi de seçkin ve hepsi de birbirinden güzeldir.
CF TEAM is offline CF TEAM isimli üyenin yazdığı bu Mesajı değerlendirin.   Alıntı ile Cevapla
Alt 09-17-2008   #5
Profil
Üye
Avatar Yok
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Bulunduğu yer: De_Dust 2
Yaş: 30
Mesajlar: 252
Üye No: 17577

Seviye: 14 [♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥]
Canlılık: 0 / 346
Çekicilik: 84 / 16799
Tecrübe: 84

Teşekkür

Teşekkürler: 0
0 Mesajina 0 Tesekkür Aldi
Rep
Rep Puanı : 11
Rep Gücü : 17
İtibar :
CF TEAM is on a distinguished road
CF TEAM - İCQ üzeri Mesaj gönder CF TEAM - AİM üzeri Mesaj gönder CF TEAM - MSN üzeri Mesaj gönder CF TEAM - YAHOO üzeri Mesaj gönder
Standart

ORD. PROF. DR. ZEKİ VELİDÎ TOGAN


Zeki Velidi Togan, 10 Aralık 1890 tarihinde Başkurt ilinde İsterlitamak'a bağlı Küzen köyünde doğmuştur. Togan soyadı onun beşinci nesil dedesi olan İş Togan'dan gelmektedir. Babası Ahmet Şah, annesi Ümmü'l-Hayat idi.

Daha ilk mederse tahsilini yaparken bir yandan da özel Rusça dersleri alıyordu. Öğretmen olan annesinden Farsça öğrenmeyi de ihmal etmiyordu. 1902 yılında orta tahsil için Ütek'e bulunan dayısı Habib Neccar'ın medresesine gitti. Buradaki öğrenimi sırasında Arapça dersler alarak dil bilgisini geliştirdi.

1908'de köyünden kaçarak Kazan'a gelip burada özel dersler aldı. Bu arada Katanov ve Aşmarin gibi bilginlerle tanıştı. 1909 yılında mezun olduğu Kasımiye medresesine “Türk Tarihi ve Arap Edebiyatı Tarihi Muallimi” oldu. 4 yıl süren bu öğretmenliği sırasında 1911 sonlarında yayınladığı Türk ve Tatar Tarihi adlı kitabı sayesinde meşhur olmaya başladı. Bu eserin iyi yankıları sayesinde Kazan Üniversitesi Arkeoloji ve Tarih Cemiyeti'ne Aza seçildi.

1913'te Fergane'ye, 1914'te Buhara'ya araştırmalar yapmak için gönderildi. Bu seyahat neticelerine ait hazırlamış olduğu raporlar başta Petersburg Arkeoloji Cemiyeti olmak üzere Kazan ve Taşkent Arkeoloji cemiyetleri mecmualarında yayınlandı. Bu arada Prof. Katanov'un şimdi İstanbul Üniversitesi Türkiyat Enstitüsü'nün esas nüvesini teşkil edecek olan kitaplarının Türkiye'ye gönderilmesine vesile oldu.

Daha sonra Rus Millet Meclisi Duma'da Ufa Müslümanlarının temsilcisi olarak bulunmak üzere Petersburg'a gitti. Bilimsel çalışmalarına siyasî çalışmalarını da eklemiş oluyordu. Bu sırada Bolşevik ihtilâli patlak verince o da Türklerin durumunun düzelmesi için mücadeleye girişti.

Bolşevik İhtilâli'nden 22 gün sonra 29 Kasım 1917'de Başkurt ilinin muhtariyeti ilan edildi. Örenburg'u 18 Şubat 1918'de işgal eden Sovyetler onu tutukladılarsa da 7 Haziran'da hapisten kaçtı. Başkurt hükümeti kurulduğunda Togan, Harbiye Nazırı oldu. Bundan sonra Lenin, Stalin ve Troçki ile defalarca görüşüp onlarırn ihanetini iyice anlayınca Türkistan'a çekilip orada mücadeleye karar verdi.

1920-23 yıllarında Türkistan'da amansız bir mücadeleye girişti ise de başarılı olamadı. Basmacı Hareketi'nin içinde bulundu. Türkistan Millî Birliği'nin kurucusu ve ilk başkanıdır.

Neticeye ulaşamadığı üç senelik mücadelenin, savaşın sonrasında silah arkadaşı Abdülkadir İnan'la 1923'te İran'a geçtiler. Meşhed'e vardıklarında o zamana kadar hiç bir oryantalistin görmediği Ravza Kütüphanesi'nde yaptığı araştırmalarla önemli eserler keşfetti. Türk kültür tarihinin en değerli eserlerinden İbn-i Fadlan Seyahatnamesi bulunan kitapların arasında idi. Sonra Afganistan'a giderek Kabil kütüphanelerinde araştırmalar yaptı.

Hindistan Bombay'dan Kasım 1923'te İstanbul'a gelirlerse de İngilizlerin hoş karşılaması nedeniyle girişlerine izin verilmediği için geldikleri gibi yine gemiyle Marsilya'ya, oradan Paris'e gittiler.

1923 sonlarından itibaren Avrupa'da hem ilmî hem siyasî ilişkiler içerisine girdi. Bu arada bir çok ünlü oryantalistle tanıştı. Berlin'de “Türkistan Millî Birliği” adlı cemiyeti kurdu.

Paris, Londra ve Berlin'deki bir çok Orta-Asya tarihçisi onunla çalışmak istemesine rağmen, devrin Türkiye Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi, Fuat Köprülü, Rıza Nur, Yusuf Akçura'nın istekleri sayesinde Türkiye'den davet aldı.

20 Mayıs 1925'te geldiği Türkiye'de Maarif Vekâleti Telif ve Tercüme Encümeni'ne tayin edilmiştir. O zamanki Ankara'nın kitap açısından yetersiz olması yüzünden kendi isteği ile İstanbul Darülfünun'u Türk Tarihi Müderris Muavinliği'ne tayin edildi.

Bundan sonra İstanbul ve Anadolu kütüphanelerinde hummalı çalışmalarına başladı. Fakat, 1932'de I. Türk Tarih Kongresi'nde tıp doktoru Reşit Galip'in sunduğu Orta Asya'da iç deniz olduğu ve bunun sonradan kuruduğu konusu hakkındaki tebliğini eleştirince, Togan aleyhine bir kamuoyu oluştu. Kendisine takınılan bu kötü tutum üzerine ülkeyi terk etme kararını verdi. 8 Temmuz 1932'de istifa ederek Viyana'ya gitti.

1935'te doktora çalışmalarını bitirdikten sonra Bonn Üniversitesi'nde, 1938'de Göttingen Üniversitesi'nde ders verdi. 1939'da Millî Eğitim Bakanı'nın daveti üzerine tekrar Türkiye'ye geldi. İstanbul Üniversitesi'nde Umumî Türk Tarihi Kürsüsü'nü kurdu.

8 Nisan 1940'ta Romanya'lı Ömer kızı Nazmiye Hanım ile evlendi. İki evladı oldu. Kızı İsenbike ve oğlu Sübidey...

İkinci Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru Türkiye'de Sovyetler aleyhine faaliyet ve Turancılık suçundan tutuklanıp mahkeme edildi. 10 yıl hapse mahkum edildiyse de Askerî Mahkeme kararı bozdu ve Togan beraat etti.

1948'de yeniden döndüğü üniversitedeki görevine ölümüne kadar devam etti. 1951'de İstanbul'da toplanan XXI. Müsteşrikler Kongresi'ne Başkanlık etti. Bu onun bilimsel alandaki şöhretini çok daha artırdı.

26 Temmuz 1970'te İstanbul'da vefat etti.

Zeki Velidi Togan, ilk defa 1911'de başladığı yayın faaliyetine ölümüne kadar büyük bir hız ve gayret, hummalı çalışma içerisinde devam etmiştir.

Zeki Velidi Togan'ın 337'den fazla yayınlanmış çalışması bulunmaktadır.

İlmî araştırmalarında, gezilerinde, gördüğü bulduğu her tarihî kaynağı (vesika, yazma eser, minyatür vb.) dünya ilim alemine tanıtmak en büyük özelliği idi

Yaklaşık 40 cilt yayınlanmış müstakil kitabı vardır. Bunların 12 adedi hacimli birer eser iken 10'dan fazlası üniversitede okuttuğu derslerin basılmış notlarıdır. Diğerleri ise küçük büroşür-kitapçık hüviyetindedir. Yayınladığı ilk kitabı Türk ve Tatar Tarihi adlı eseri, kendisinin Kazan ve Rusya'da şöhret olmasına sebep olurken onu esas dünya ilim alemine tanıtan hiç şüphesiz İbn-i Fadlan Seyahatnamesi'dir.

Öte yandan Tarihte Usul, Türkiye'de tarih bilimi için yazılmış ilk metod kitabıdır. Yine, Umumî Türk Tarihine Giriş, sahasında tek olduğu gibi Türk tarihinin genel çerçevesini çizmesi açısından çok mühimdir. Horezmce Tercümeli Mukaddemetü'l-Edep, Bugünkü Türk İli Türkistan ve Yakın Tarihi, On The Miniatures In Istanbul Libraries, Hatıralar, Oğuz Destanı, Kur‘an ve Türkler onun ilminin yüksekliğini gösteren en güzel delillerdendir.

Ölümünden bir sene önce yazdığı hatıraları hayatı boyunca yaptığı mücadeleleri anlatmasının yanında, yakın tarihimiz için de çok önemli vesikaları ihtiva etmektedir. En büyük millî destanlarımız arasında yeralan Oğuz Destanı gibi bir kültür hazinesinin yayınlanması şüphesiz Türk ilim alemi için iyi bir kazanç olmuştur.

Bugünkü Türk İli Türkistan ve Yakın Tarihi adlı eserde Orta Asya'daki Türk illerinin yakın dönem tarihi ve istiklallerinin kaybedilişi anlatılmıştır. Türklüğün Mukadderatı Üzerine adlı eserinde de dünya Türklüğünün bugünkü durumu ve geleceği hakkında görüşlerini açıklamıştır. Baskıları yapılan üniversitede okuttuğu ders nokları ise genel olarak Moğallar devri Türk Tarihi, Moğol İstilası, Cengiz Han ve Timur dönemlerini ihtiva etmekte ise de yine üniversitede okuttuğu Karahanlılar Devri, Başkırtlar Tarihi, Asya Tarihi, XIX. ve XX. yüzyıllarda Orta ve Önasya'da fikir ve kültür hayatı gibi konulara da ilgilidir.

Yerli yabancı ilmî araştırma dergilerinde 91 makalesi yayınlanan Togan, bunların yaklaşık 20'sinde konu araştırması yapmıştır. Çok büyük çoğunluğunda da en belirgin özelliği olan kaynak tanıtımını ele almıştır. Bu özelliklerinden dolayıdır ki, bilhassa oryantalistler arasında şöhreti daha da artmıştır. 14'ten fazla olan tenkid yazılarında ise Batı ilim aleminde yapılan çalışmaları Türkiye'ye tanıtma gayesini gütmüş, ayrıca gerekli kriterlerini yapmaktan geri kalmamıştır.

İlmî dergilerde çıkan makalelerinin yaklaşık yarısı yabancı dildedir. Bunlardan İngilizce, Almanca, Fransızca gibi popüler batı dillerinin yanında Rusça ve Farsça kaleme alınanlar da vardır.

Milletler arası kongrelerde merhum hocanın sunmuş olduğu 9 tebliğin kongre zabıtlarında basıldığı görülmektedir. Bu tebliğlerin hepsi hocanın uzmanlık alanı ile ilgilidir ve onun çalışma şekli olan belge tanıtımını ihtiva etmektedir. Sunulan tebliğlerin hepsinin milletlerarası kongrelerde oluşu, ayrıca İngilizce, Almanca ve Fransızca gibi popüler batı dillerinde yayınlanması dikkat çekicidir.

Milletlerarası ilmî ağırlığı olan 4 ansiklopedide 39 madde Togan tarafından telif edilmiştir. Bunların yine çoğu yabancı dilde, diğerleri Türkçe'dir. 12 madde biyografi, iki Başkurt ve Hazar gibi Türk kavimleri, diğerleri ise coğrafî mekân (şehir, nehir vb. gibi) hakkındadır. Arapça ve Farsça tarihî kaynakların ışığında yazılmış olan söz konusu maddelerde ilgili olan bütün batı literatüründen de faydalanılmıştır. Bu konuların hepsi Orta Asya tarihi açısından büyük önem taşımaktadır.

Aylık ve haftalık yayınlanan dergilerde yaklaşık 109 makaleyi kaleme almıştır. 1940'lı yıllara kadar bu tür dergilerde ilmî konuları ele almaya çalışan Togan, sonraları çeşitli siyasî görüşlerini bazı konularda fikirlerini, bazı kişilere cevaplarını, hatıralarını da yazmıştır.

Günlük yayınlanan gazetelerde ise merhum hocanın 48 makaleyi kaleme aldığı anlaşılmaktadır. Çoğunlukla kendi fikirlerini ihtiva eden bu yazılarında zaman zaman tarihî konulara inerek onların sayesinde geleceğe ışık tutmak, Türk milletine ders vermek istemiştir. Millletlerarası kongreleri de gazete yazılarında işleyerek yine Türk kamuoyunu bunlardan haberdar etmeye çalışmıştır. Kamuoyunda yanlış aksettirilen bazı konularda da inandığı gerçekleri açıklamaktan geri kalmamıştır.

Merhum hocanın ihtisas sahası olan İslamiyetten sonra Türk ve Moğol Tarihi konularında İslam bilginleri hakkında hazırlanmış fakat yayınlama fırsatını bulamamış kitapları da vardır. Timur ve Oğulları Tarihi, El-Birunî'ye dair, Başkırt Tarihi, Ali Şir Nevaî: Hayatı ve Eserleri, Reşideddin: Hayatı ve Eserleri, Sakaların Tarihi, Türklerin Menşe Efsaneleri, Resimlerle Türkistan başlıcalarıdır.
CF TEAM is offline CF TEAM isimli üyenin yazdığı bu Mesajı değerlendirin.   Alıntı ile Cevapla
Alt 09-17-2008   #6
Profil
Üye
Avatar Yok
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Bulunduğu yer: De_Dust 2
Yaş: 30
Mesajlar: 252
Üye No: 17577

Seviye: 14 [♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥]
Canlılık: 0 / 346
Çekicilik: 84 / 16799
Tecrübe: 84

Teşekkür

Teşekkürler: 0
0 Mesajina 0 Tesekkür Aldi
Rep
Rep Puanı : 11
Rep Gücü : 17
İtibar :
CF TEAM is on a distinguished road
CF TEAM - İCQ üzeri Mesaj gönder CF TEAM - AİM üzeri Mesaj gönder CF TEAM - MSN üzeri Mesaj gönder CF TEAM - YAHOO üzeri Mesaj gönder
Standart

ZİYA GÖKALP



Fikir ve sanat adamı, şair. 1876 yılında Diyarbakır'da doğdu, 1924 yılında İstanbul'da öldü. Baytar Okulu'nun son sınıfındayken gizli cemiyet kurmaktan tutuklandı. 9 ay hapis yattıktan sonra Diyarbakır'a sürüldü, İkinci Meşrutiyet ilân edilince İttihat ve Terakki Partisi'nin orada şubesini açtı. Sonra Selânik'e geldi, Genç Kalemler dergisine yazılar yazdı, Meşrutiyetten sonra partinin genel merkez kurulu üyesi oldu. 1924'te TBMM'ne girdi. Aynı yıl vefat etti. Büyük bir Türkçü idi.

Ziya Gökalp, çağdaş Türk düşünce tarihinin en büyük düşünürlerindendir. Türkçülük akımının felsefesini yapmış, Türkiye'de millî edebiyatın gelişmesini sağlamış bir sosyolog ve mürşittir.

Tarihin çeşitli medeniyet eserlerini kucağında taşıyan Diyarbakır'da doğdu. Bu şehir, kütüphaneleri, medreseleri ile Anadolu'nun en eski kültür merkezidir. 1876 yılının 23 Mart günü, Ziya Gökalp'in babası vilâyet Evrak Müdürü Tevfik Efendi, evinin selâmlığında oturmuş, eşinin doğum haberini beklerken Çolu Hoca adında bir ziyaretçi geliyor :

“Bu saatte bir oğlunuz olacak, adını Mehmet Ziya koyunuz...” diyor.

Gerçekten, bir süre sonra Tevfik Efendinin bir oğlu dünyaya geliyor, adını Mehmet Ziya koyuyorlar. Ana ve baba, çocuğun yetişmesi için büyük özen gösteriyor. Küçük Ziya, daha yedi sekiz yaşlarında Şah İsmail’leri, Aşık Kerem’leri okuyor. On dört yaşına gelince Ziya Paşaların, Namık Kemallerin eserlerinden zevk almağa başlıyor. Babası Tevfik Efendi ileri görüşlü bir insandır. Ziya'ya okuma zevkini aşılıyor, onu yüce ülkülerle besliyor. Namık Kemal'in öldüğü gün oğluna:

"Bugün büyük bir matem günüdür, çünkü milletin en büyük adamı Namık Kemal öldü. Sen de onun yolundan gideceksin, onun gibi vatansever, hürriyet sever olacaksın", diyor. Psikolojik bir anlayışla yapılmış olan bu telkin, Ziya için bir baba vasiyeti olmuş, ona yön vermiştir.

Ziya Rüştiye Mektebinde okurken babası ölüyor. Onun yerini amcası Hasib Efendi alıyor. Hasib Efendi, İslâm felsefesini iyi bilen, aydın bir insandır. Ziya'ya, İbni Sina, İbni Rüşd, İmam Gazzali gibi büyük İslâm filozoflarını tanıtıyor. Arapça’yı, Farsça’yı ve bilimsel araştırma metotlarını öğretiyor.

Daha sonra ölmüş olan amcasının vasiyetine uyarak kızı ile evlenmiştir.

Ziya, 1890'a doğru İdadi Mektebine giriyor. Kelâm, fizik ve biyoloji okuyor. Birbirine zıt bu iki akım, kafasında hakikat şimşekleri yerine derin bir şüphecilik doğurmuştur.

"İnsan" denen ve kalbin biricik pınarı olan faziletli varlığın âciz, hürriyetsiz, iradesiz, "madde"den yapılmış bir makine olmasını aklı almıyor. Bin bir tehlike ile tehdit edilen, fakat bunun farkında olmayan Türk milletinin istibdattan nasıl kurtulabileceğini düşünüyor. Bunun için bir mucize gerekmektedir. Bir ümit felsefesi arıyor. O günkü Türk toplumunun problemlerini ele almayan tasavvuf ve kelâm bilimleri ona bu felsefeyi vermekte yetersiz kalıyor.

O, zihnindeki ülkülerine ulaşmak kararındadır. Amcasına haber vermeden gizlice İstanbul'a gidiyor. O zamanın parasız okullarından biri olan Baytar Mektebine yazılıyor. Bu arada tıbbiyelilerin kurmuş olduğu gizli cemiyete girmeyi de ihmal etmiyor. Yol harçlığı olarak kendisine gönderilen paraları, yardım olarak gizli cemiyetlere veriyor. Bazen kendisi günlerce parasız kalıyor. Baytar Mektebinin son sınıfında iken, istibdat aleyhindeki gizli hareketlere katıldığı için tevkif ediliyor. 1900 yılında Taşkışla'da dokuz ay hapsedildikten sonra, Diyarbakır'a sürgüne gönderiliyor.

Ziya Gökalp daima sade bir hayat sürüyor. Meşrutiyetin ilânına kadar gelip geçici birkaç memurluktan başka bir işle meşgul değildir. Amcasının bıraktığı servetin büyük bir kısmını Diyarbakır'a sürülmüş olan hürriyet mücahitleri için harcamış, mallarının yarısından fazlasını ve kıymetli eşyalarını da satmıştır. Parayı sevmiyor. Durup dinlenmeden okuyor, yazıyor, düşünüyor; kendi düşünce dünyasında yaşıyor.

1908 yılında Meşrutiyet ilân edilince, İttihat ve Terakki Cemiyetinin Diyarbakır şubesini açıyor. Bir süre sonra, bu cemiyetin Selânik'te toplanan 1910 yılındaki kongresine Diyarbakır delegesi olarak katılmış, Merkez-i Umumî üyeliğine seçilmiştir. İttihat ve Terakki mektebinde sosyoloji okutuyor.

Ali Canip'le Ömer Seyfettin'in çıkardıkları Genç Kalemler dergisine yazı yazmaya başlıyor. Yazılarında kullandığı takma adlardan biri de Gökalp'tir.

Ziya Gökalp, otuz beş yaşında bir genç düşünür iken, basını ve aydınları etrafına toplayan bir kutup haline gelmiştir. Dış görünüşü ile çok şey vaat etmez. Münzevî ruhlu, çekingen ve alçakgönüllüdür. Çünkü o, tombul, ablakça yüzlü, düşük bıyıklı, badem gözlü bir adamdı. Uygur minyatürlerine benzerdi.

Fakat konuşmaya başlayınca hemen fark edilirdi ki o, ince zekâsı, derin ilmi ve olağanüstü ikna kabiliyeti ile bir fikir ve mücadele kuvveti, bir mürşittir. Konuşması yavaş ve sakindi. Düşüne düşüne söyler, ama karşısındakileri mutlaka etkisi altına alırdı. Çünkü her söylediği söz, akıl ve mantığa olduğu kadar bilimsel gerçeklere de uygun görünürdü. Verdiği dersler, herkese açık olur, büyük bir ilgiyle takip edilirdi.

Genç Kalemler Dergisinde dil, felsefe ve sosyolojiye ait makaleler yazıyor. Bu derginin ele aldığı Türk dilinin sadeleşmesi davasını bilimsel olarak inceliyor. Bu dava daha önce Tanzimat yazarlarınca da ileri sürülmüş, ama söz ve dilek halinde kalmış, pek dar ölçüde uygulanmış, yazı dili ile konuşma dili birleştirilememiştir.

Ziya Gökalp, sade dil akımını savunurken, İslâm kültürü arasında gitgide benliğini kaybeden Türklüğü kurtarmak istiyordu.

Ona göre sade dil, ilmî ve millî bir zarurettir. Osmanlıca ile Türklük kaybolmuştur. Çünkü dil, milliyetçiliğin temelidir. Hukuk, ahlâk, güzel duygular gibi bütün değerler dille anlatılır. Millî kültürün yayılması, dilin sadeleşmesi ile gerçekleşir.

Vatan manzumesinde, vatanı dille ne güzel uzlaştırır:
Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar namazdaki manasını duanın.
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur'an okunur,
Ey Türk eli, işte senin orasıdır vatanın.
Küçük, büyük herkes bilir buyruğunu Hüdanın.
Dilin sadeleşmesi prensiplerini de etraflıca ele alıyordu. Türkçe yaşayan dildi. Karşılığı bulunan Arapça, Farsça kelimeleri, tamlamaları ve bu dillerin dilbilgisi kurallarını Türkçe’den atmak gerekirdi.

Arapça’ya meyletme,
İran'a da hiç gitme
Tecvidi halktan öğren,
Fasihlerden işitme.
Başka Türk lehçelerinden kelime almamak, kökü Türkçe de olsa ölü kelimeleri Türkçe’ye sokmamak lâzımdı.

Türkçeleşmiş Türkçe’dir,
Eski köke tapmayız.
Ziya Gökalp'e göre ölü kelimeleri dile sokmak, dilin tabiî gelişimine ve kendi öz kurallarına aykırıdır. Türk halkının bildiği her kelime millidir. Bu fikirler Ömer Seyfettin, Falih Rıfkı Atay, Orhan Seyfi Orhan, Halit Fahri Ozansoy gibi yazarları ve şairleri aydınlatmış, Türkiye'de millî edebiyat akımının gelişmesine sebep olmuştur.

Ziya Gökalp, Osmanlı İmparatorluğunun çöktüğü devrin fikir anarşisi içinde gidilecek yolu gösteren bir düşünürdür. Türkcülüğün esaslarını, batının bilim anlayışı ile incelemiş bir sosyologtur. Yaşadığı devirde, Osmanlı Devleti idaresindeki Türk olmayan unsurlar millî benliklerini duyuyor, Türklerden ayrılmak istiyorlardı. Türkler ise Türkçülük, Osmanlıcılık, İslâmcılık gibi üç cereyandan hangisini seçmek gerektiği hakkında millî bir şuura erememişlerdi.

Bu üç cereyanı ilk defa uzlaştıran mütefekkir Ziya Gökalp'tir.

Gökalp'e göre, Türkiye için en lüzumlu şey, millî şuurun uyanması ve asrın gidişine uyulması idi. Modern olmak, batının ilmini, tekniğini kabul etmek demektir. Hem doğu, hem batı ilmi diye iki ilim, iki anlayış olamaz. Darülfünun batı anlayışına göre düzenlenmelidir. Şer’iye mahkemeleri kalkmalıdır. Din, vicdan mevzuudur. Laik bir devlet teşkilâtına ihtiyaç vardır.

O, yıkılmış ve yaşatılması imkânsız ataerkil (pederşahi) aile yerine modern Türk ailesinin kurulmasını istiyor. Bunun sağlanması için eski Türk ailesini bilimsel olarak inceliyor. Ailenin hukuk, iktisat ve ahlâk bakımından teşekkülü için medenî kanunun ıslah edilmesini ileri sürüyordu. Modern aile, nikâh, boşanma, miras konularındaki düşünceleri, bugünkü Türk toplumunda kabul edilmiş esaslardır.

Gökalp’e göre, milliyetçilik fikrinin gelişmesi yalnız Osmanlı tarihini değil, Türk tarihini incelemekle gerçekleşebilirdi. Edebiyatın kaynağı batı değil, Türk folkloru, Türk milletinin hayatı olmalıdır. Millî şuuru uyandırmak için fikir Türkçülüğü lâzımdır. Çünkü medeniyet uluslararasıdır, müşterektir. Fakat hars (kültür) millîdir.

Milliyetçiliği, "Türkçülük, Türk milletini yükseltmek demektir." diye tarif ediyor; ekonomi, dil, din, hukuk, ahlâk ve aile bakımından Türkçülüğün izahını yapıyor. Ona göre milliyetçilik, ırkçılık değildir.

Şair olarak Ziya Gökalp, dili sade ve tabii, eğitici yanı güçlü eserler vermiştir. Halk masallarına eğilerek bunları duru bir uslupla herkesin ve bilhassa çocukların anlayacağı şekilde yeniden şiirleştirmiştir. Bir yandan:

Vatan ne Türkiye'dir Türklere, ne Türkistan
Vatan büyük ve müebbet bir ü1kedir: Turan
veya:
Atanın içtiği köpüklü kımız
Arpa suyu içme dedi bir Kırgız
derken Sevr paçavrasından, Mondros ve Lozan'dan sonra, o yolun çıkar yol olmadığını anlamış ve Türk Medeniyeti Taihi'ni yazmaya koyulmuştu.

Aynı zamanda o, Turan'ı, Osmanlı birliğini tamamlayan bir ülkü olarak anlıyor. Tarihî determinizmin ortaya çıkardığı bir teşekkül olarak kabul ediyor.

Türkçülüğün Esasları adlı eserinde: "Millet ne ırkî, ne kavmî, ne coğrafi, ne de siyasî bir zümredir...", "...bugünkü duruma göre Türkçülüğün üç mefkûresi olmalıdır. Bunların hakikate en yakın olanı Türkiyeciliktir..." diyor. İkinci mefkûrenin Oğuzculuk, üçüncü ve uzak mefkûrenin de Turancılık yani bütün Türklerin birleşmesi olduğunu düşünüyor.

Ziya Gökalp, memleketimizde modern sosyoloji ilminin kurucusu olarak tanınmış ve Fransız bilgini Emile Durkheim'in prensiplerini uygulamak ve öğretmekle şöhret yapmıştır. Bu, onun bilim tarafıdır.

Tarihe bakışı da bu bütünleyici görüşe uygundur. Türk tarihini Osman Bey'den değil, Milat öncesinden başlatan bu bütünleyici görüşte en önemli özellik, bütün Türk devletlerinin aynı dil ve aynı soydaki insanlar tarafından, aynı görenek ve geleneklerle yaşayan toplumlar tarafından kurulduğu, başka toplumları yönettiği, devlet unvanındaki değişmenin gerçekteki bütünlüğü etkilemeyeceği inancı yatar. Tek aksayan nokta, çağdaş gerçekçiliğe aykırı olarak, artık dil farkları, lehçe farklarını da aşan, töre ve yasaları iyice ayrılmış bu toplumları, tek bayrak altında toplayabilmek düşüncesidir. “Kızıl Elma”, “Yeni Turan” gibi panturanist ülküyü savunan şiirler, bu sebeple, bir sonuç vermemiş, daha doğrusu tek acı son, Enver Paşa'nın Türkistan, çöllerindeki bir ayaklanmaya katılarak öldürülmesi olmuştur.

Gökalp, Mondros mütarekesinden sonra Üçlü Anlaşma Devletlerinin İstanbul'u işgali üzerine İngilizler tarafından Malta'ya sürülüyor (1919-1921).

Malta'da sürgün iken Anadolu'nun elden gitmesi tehlikesini anlamış, realist bir Türkçü olarak, Çoban ile Bülbül'ü yazmıştı.

Çoban dedi: -Ülkeler hep gitse de,
Kopmaz benden Anadolu ülkesi.
Bülbül dedi: -Düşman haset etse de,
İstanbul'da şakıyacak Türk sesi.
Sürgün bitince tekrar Diyarbakır'a dönüyor.
Ünlü düşünür, 1923 yılında, Maarif Vekâleti Telif ve Tercüme Dairesi Reisliği'ne atanarak Ankara'ya gitmiştir.

Gökalp, 1924 yılında, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ikinci seçim devresinde, Diyarbakır mebusu seçildi. Fakat, 48 yaşına rağmen, çok yorgun ve hastaydı. Mebusluk görevi pek az sürdü. Rahatsızlıkları arttı ve tedavi için İstanbul'a geldi. Fransız Hastanesi'ne yatırılan Ziya Gökalp, hekimlerin bütün gayretine rağmen, o yıl, yani 1924'te hayata gözlerini yumdu.

Çemberlitaş'ta, Sultan Mahmut Türbesi etrafındaki kabristanda toprağa verildi. Diyarbakır'da oturduğu ev ise, kendi adına bir müze haline getirildi. Şimdi bu müze Diyarbakır'ı ziyaret edenlerin mutlaka uğradıkları bir fikir ve kültür yuvasıdır.

Ziya Gökalp, bilimsel çalışmalarıyla memlekette az da olsa uyanık bir kuşağın yetişmesine ve kendisinden sonra üniversite eğitimini yürütmesine yol açmıştır. Yeni Mecmua, Türk Yurdu gibi dergilerde yazdığı yazılar onun bir sisteme varma çabasını gösterir. Dilde, ekonomide, güzel sanatlarda, ahlâkta, siyaset ve felsefede Türkü ve Türkçeyi esas alarak kurtuluş yollarını gösterdi.

Ziya Gökalpin çalışmalarının etkisi, on yıl içinde büyük bir sadeleşmeye yönelen dilde görüldü. Sanatta ve edebiyatta görüldü: millî müzik, millî sanat akımları gelişti. Ömer Seyfettin, Halide Edip, Reşat Nuri gibi yazarlar, Yahya Kemal gibi şairler güçlerini onun Türkçülüğün Esasları adlı eserinden almışlardır.

Ziya Gökalp, bunlardan bilhassa Türk Medeniyet Tarihi’ne büyük önem veriyor ve bu eseri, mutlaka bitirmek istiyordu. Fakat tamamlayamadan aramızdan ayrıldı...

Onun yüksek ahlâkını Yakup Kadri Karaosmanoğlu şöyle anlatır:

"Bulutların ve şimşeklerin üstünde berrak sema ile arkadaş olan yüksek tepeler gibi her vakit insan ihtiraslarının üstünde sakin başı, merkez-i umumî azalığında bulunduğu zamanlarda bile bir an gündelik politika adını verdiğimiz sıtmalı dalgalanışların üzerine eğilmedi. Daima yüksek gördü, yüksek düşündü. Her şeyden önce yüksek bir insandı".

Büyük mütefekkirin ölümü ile, Ruşen Eşref Ünaydın'ın dediği gibi: "Mabedimizin üstünde bir meşale söndü, fakat binlerce el o meşaleden kendi meşalesini yaktıktan sonra" !.
CF TEAM is offline CF TEAM isimli üyenin yazdığı bu Mesajı değerlendirin.   Alıntı ile Cevapla
Alt 09-17-2008   #7
Profil
Üye
Avatar Yok
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Bulunduğu yer: De_Dust 2
Yaş: 30
Mesajlar: 252
Üye No: 17577

Seviye: 14 [♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥]
Canlılık: 0 / 346
Çekicilik: 84 / 16799
Tecrübe: 84

Teşekkür

Teşekkürler: 0
0 Mesajina 0 Tesekkür Aldi
Rep
Rep Puanı : 11
Rep Gücü : 17
İtibar :
CF TEAM is on a distinguished road
CF TEAM - İCQ üzeri Mesaj gönder CF TEAM - AİM üzeri Mesaj gönder CF TEAM - MSN üzeri Mesaj gönder CF TEAM - YAHOO üzeri Mesaj gönder
Standart

SAPARMURAT NİYAZOV, TÜRKMENBAŞI



Saparmurat Atayevich Niyazov 1940 yılında bir işçi ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası II. Dünya Savaşı'nda öldürüldü. Ailesinin diğer fertleri, 1948 yılında meydana gelen Aşkabat depreminde öldü. İlk önce yetimhanede, sonra uzak aile fertlerinin evinde büyüdü.

Leningrad Teknik Üniversitesi'nden enerji mühendisi unvanı ile mezun oldu.

Bundan sonra Aşkabat yakınlarındaki Bezmein enerji tesislerinde çalıştı.

Daha sonra Komünist Partisi üyesi oldu.

1985 yılında Türkmenistan Milletvekilleri Konseyi Başkanlığı'na atandı. Daha sonra Türkmen Komünist Partisi'nin Merkez Komite I. Sekreterliği'ne seçildi.

13 Ocak 1990 tarihinde Cumhuriyetin yüksek yargı organı olan Yüksek Sovyet başkanlığına atandı.

27 Ekim 1990 günü yapılan seçimlerde Türkmenistan'ın ilk Cumhurbaşkanlığına seçildi. 21 Haziran 1992 yılında yeni bir anayasanın kabulü için yapılan yeni cumhurbaşkanlığı seçimlerinde oyların yüzde 99.9'unu aldı.

Saparmurat (Niyazov) Türkmenbaşı, Dünya Türkmenleri Vakfı kurucusu ve başkanıdır.

Türkmenbaşı (Dünyadaki bütün Türkmenlerin önderi) sıfatı vardır.

Türkmenbaşı evli ve 2 çocuk babasıdır.
CF TEAM is offline CF TEAM isimli üyenin yazdığı bu Mesajı değerlendirin.   Alıntı ile Cevapla
Alt 09-17-2008   #8
Profil
Üye
Avatar Yok
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Bulunduğu yer: De_Dust 2
Yaş: 30
Mesajlar: 252
Üye No: 17577

Seviye: 14 [♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥]
Canlılık: 0 / 346
Çekicilik: 84 / 16799
Tecrübe: 84

Teşekkür

Teşekkürler: 0
0 Mesajina 0 Tesekkür Aldi
Rep
Rep Puanı : 11
Rep Gücü : 17
İtibar :
CF TEAM is on a distinguished road
CF TEAM - İCQ üzeri Mesaj gönder CF TEAM - AİM üzeri Mesaj gönder CF TEAM - MSN üzeri Mesaj gönder CF TEAM - YAHOO üzeri Mesaj gönder
Standart

Galatalı SEYDİ ALİ REİS



Seydi Ali Reis, Galata'da doğdu. Doğum tarihi belli değildir. İstanbul'un fethinden sonra Sinop'a yerleşen denizci bir ailenin oğluydu.

XVI. yüzyılın güçlü denizcilerinden olan Seydi Ali Reis gençliğinde iyi bir öğrenim gördü. Denizcilik üzerine bilgileri küçük yaşta edinmişti. Arapça ve Farsça öğrenmiş, metematiğe, astronomiye ve fiziğe karşı büyük bir merak sarmıştı.

Dedesi ve babası tersane kethüdasıydı. 1522 yılında Rodos seferine katılan Seydi Ali Reis, Barbaros Hayreddin Paşa'nın emrinde bir çok deniz seferine çıktı ve Batı Akdeniz bölgesini çok iyi öğrendi.

Preveze Savaşı'ndan sonra adı daha çok duyulmaya başladı. Trablusgarp'ın fethi ile biten harekatta Kaptan-ı Derya Sinan Paşa ve Turgut Reis’in emrinde çalıştı. Basra'da, bir Osmanlı donanmasını Süveyş'e getirmek için, 1553 yılında Hint Kaptanı tayin edildi. Seydi Ali Reis 34 parçalık Portekiz donanması ile Güney Arabistan sahillerinde karşılaştı. Fırtınaya ve şiddetli düşman taarruzuna rağmen Demen kalesi önüne gelebildi. Burada karaya oturan üç gemiden sonra, elinde kalan altı gemiyle birlikte Güceret'in başkenti Ahmedabat'a gitti. Süveyş'i geçemeyeceğini anlayan Seydi Ali Reis, gemileri ve mühimmatı Güceret hâkimine satarak parasını İstanbul'a gönderdi ve üç yıl Osmanlı ülkesi dışında yaşadı.

Daha sonra karadan Hindistan, Afganistan, Türkistan, Azerbaycan ve İran yoluyla İstanbul’a geldi. Bu seyahati Mir’atü’l-Memâlik adıyla eser haline getirdi.

1557 yılında İstanbul'a döndüğünde, mahvolmuş bir donanmanın sorumlusu olmakla beraber, başına gelen olağanüstü olaylar yüzünden suçlu görülmedi. Önce müteferrika yapıldı. Ardından Diyarbakır Tımar Defterdarı tayin edildi. Bir süre Şehzade Selim'in hizmetinde çalıştı. Galata Hassa gemi reislerinden biri oldu.

Seydi Ali Reis, 1562 yılında İstanbul'da öldü.

Seydi Ali Reis’in coğrafya, astronomi ve matematik alanında çeşitli eserleri vardır. Eserlerinden birisi Muhît, diğeri de Mir’atü’l-Kâinât adını taşır. Ayrıca Ali Kuşçu’nun astronomiye ait bir eserini Türkçe’ye çevirmiştir. Seydi Ali Reis’in eserleri Avrupa’da da ilgi görmüş ve Almanca’ya çevrilmiştir.

1562’de ölen Seydi Ali Reis’in birçok şiirleri de vardır. O hem âlim, hem sanatkâr, hem de bir deniz kahramanı idi.
CF TEAM is offline CF TEAM isimli üyenin yazdığı bu Mesajı değerlendirin.   Alıntı ile Cevapla
Alt 09-17-2008   #9
Profil
Üye
Avatar Yok
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Bulunduğu yer: De_Dust 2
Yaş: 30
Mesajlar: 252
Üye No: 17577

Seviye: 14 [♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥]
Canlılık: 0 / 346
Çekicilik: 84 / 16799
Tecrübe: 84

Teşekkür

Teşekkürler: 0
0 Mesajina 0 Tesekkür Aldi
Rep
Rep Puanı : 11
Rep Gücü : 17
İtibar :
CF TEAM is on a distinguished road
CF TEAM - İCQ üzeri Mesaj gönder CF TEAM - AİM üzeri Mesaj gönder CF TEAM - MSN üzeri Mesaj gönder CF TEAM - YAHOO üzeri Mesaj gönder
Standart

Ohh bbitti sonunda
CF TEAM is offline CF TEAM isimli üyenin yazdığı bu Mesajı değerlendirin.   Alıntı ile Cevapla
Alt 09-17-2008   #10
Profil
Üye
Avatar Yok
 
Üyelik tarihi: Mar 2008
Bulunduğu yer: Cehennem =)
Yaş: 31
Mesajlar: 257
Üye No: 12416

Seviye: 14 [♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥]
Canlılık: 0 / 349
Çekicilik: 85 / 17457
Tecrübe: 97

Teşekkür

Teşekkürler: 0
0 Mesajina 0 Tesekkür Aldi
Rep
Rep Puanı : 29
Rep Gücü : 18
İtibar :
HellhunteR is on a distinguished road
HellhunteR - MSN üzeri Mesaj gönder
Standart

Wayy güzel paylaşım sabitliyorum teşekkürler..
__________________


HellhunteR is offline HellhunteR isimli üyenin yazdığı bu Mesajı değerlendirin.   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Etiketler
buyukleri, dan, turk


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Açık
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 02:59.


Powered by vBulletin® Version 3.8.5
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.