![]() |
#71 |
![]()
KAZIM KARABEKIR
1882 yılında İstanbul'da doğmuştur. Babası Mehmet Emin Paşa'dır. 1905'te kurmay subay olarak orduya girmiş. 31 Mart isyanını bastırmaya katılmıştır. Çeşitli cephelerde bulunduktan sonra Millî Mücadele'de Şark Orduları Komutanı oldu. Kurtuluştan sonra Edirne Milletvekili olarak Meclis'e girdi. 1924'te generallikle Ordu Müfettişliğ'inden çekildi. “Terakkiperver Fırka”nın Meclis'te başkanlığını yaptı. 1927'de emekli oldu. 1948'de öldü. Karabekir Paşa'nın en büyük özelliği şudur. Mustafa Kemal Osmanlı Ordusu'ndan çıkarılmış ve Padişah tarafından gıyaben mahkum edilmiş olarak Erzurum'a gelmişti. Hatta rütbesizliğinden dolayı yaveri bile kendisini terketmişti. İşte o sırada Karabekir Paşa kolordusuyla onun emrine girmiştir. O, Mustafa Kemal'in davasına inanıyordu ve Doğu cephesinden emin olmasını istiyordu. Bunu temin de etti ve başarılı harekatından dolayı Ermenistan Fatihi unvanını kazandı. Ancak savaş ilerledikçe işlerin Ankara'dan yönetilmesi Kazım Karabekir'i terkedildiği, bir kenara itildiği hissine sürükledi. Devamlı şekilde şifrelerle durumu soruşturuyordu. Kendisinin fikrine başvurulmadığı halde, düşüncelerini Ankara'ya bildiriyor, hükümet yönetimine müdahale ediyordu. Hatta bir aralık, Erzurum milletvekili ve Adliye Vekili Cemalettin Arif Bey'e uyarak “Bağımsız Eyalat-ı Şarkiyye” hükümeti kurma fikrine kapıldığı şüphesini bile uyandırmıştı.Kâzım Karabekir Paşa çok temiz, dürüst, mert ve saf bir askerdi. İyi niyetinden hiç kimse şüphe edemezdi. Bu sebeple, yerli yersiz müdahaleleri dikkate alınmayınca güceniyordu da. Kendi başına da olsa, müspet işler gördüğü muhakkaktır. Karabekir Paşa, Ermenilerin öldürdükleri ailelerden toplanan altı bin yetimi okutmak üzere Darüleytamlar kurmuştu. Bu çocukları giydirip okutma görevini üstlenmişti. Dönemin mizah gazetelerinde karikatür konusu da olsa ve makamıyla dengeli görünmese bile çocuk ve okul marşları yazarak bunları kendisi besteliyordu. Birinci Dünya Savaşı'ndan önce Başkomutan Enver Paşa'yı: – Mademki savaş ilanı düşünülüyor, o halde Genelkurmay'daki Alman subaylarını uzaklaştırın! diye sıkıştıran Kâzım Karabekir, Mustafa Kemal'e karşı da bu tutumunu değiştirecek değildi. Mustafa Kemal ise, kendisinin Millî Mücadele'deki payını gayet iyi bildiğinden, tatbik etmese bile tavsiyelerini hoş karşılamıştı. Ancak, Kâzım Karabekir’in, Rauf Bey, Ali Fuat ve Refet Paşalarla bir olarak girdiği tertibi affetmemiştir. 26 Ekim 1934'te Ordu Müfettişliğinden istifa ederek Meclis'e dönmek istediğini bildiren Karabekir Paşa'yla, Ali Fuat Paşa'nın aynı maksatla müfettişlikten 30 Ekimde istifası ve mebusluğu bırakmak isteyen Refet Paşa'nın istifasının, Rauf Bey tarafından geri aldırılması, Atatürk'te bir komplo hazırlandığı fikrini uyandırmıştı. Tam o sırada İngiltere'nin verdiği bir ültimatom, savaş tehlikesini ortaya atmıştı. Atatürk, böyle bir zamanda orduların başsız bırakılmasını uygun görmediğinden Meclisi olağanüstü toplantıya çağırdı. Beş kolordu komutanıyla Mareşal Fevzi Çakmak'ı mebusluktan istifa ettirerek genelkurmaya ve kuvvetlerin başına gönderdi. BöyIece hükümet, orduya hakim duruma geçmiş bulundu. Meclise girmiş bulunan Kâzım Karabekir ve Fuat Paşalar dışarı çıkarılarak yeni müfettişe devredinceye kadar görevleri başına gönderildi. Bu suretle bir darbe ihtimali önlenmiş oldu. Şüphesiz, komutan olarak Kâzım Karabekir Paşa, savaş alanında ve harekat sırasında, Ermenistan Fatihi unvanını hak edecek derecede başarılıydı. Ancak siyaset hayatında aynı başarıyı gösterememiş olması, bir takım haksızlıklara uğradığına inandırarak kendisini küstürmüştü. Milletvekilliği sırasındaki tutumu, ciddi çalışmalar yerine politika oyunlarına katılması, Mustafa Kemal'in sağlığında daha ileri mevkilere geçmesini önlemiştir. Ancak Atatürk'ün ölümünden sonra, İstanbul'dan milletvekili seçilerek Meclis'e girdi ve Meclis Başkanlığı'na getirildi. Karabekir, orta boylu, tıknaz, hareketleri yumuşak, konuşması ağır, sesi güzel ve güzel sanatlara kabiliyeti olan bir insandı. Ahlâkı itibarıyla daima emrindekilere örnek olmuştu. Eğitim alanında da kabiliyetini, yaptıklarıyla ispatlamıştı. Ordudan ayrıldığı halde askerlik ruhunu hiçbir zaman kaybetmemişti. Kendisinden beklenmeyecek bir gurur sahibiydi. Kurtuluş Savaşı sıralarındaki fedakârlık ve çabalarının, başarılarının unutulduğu, hatta Mustafa Kemal tarafından unutturulmak istendiği zannına kapılmıştı. Meclis'ten ayrıldıktan sonra Erenköy'de, tren yolu üzerindeki köşküne kapanmış, uzun bir zaman adeta sürgün hayatı yaşamıştı. Bu arada, Atatürk'ün Nutuk adlı eserine benzer tarzda hatıralarını kaleme almış, adını da İstiklal Harbimiz koymuştu. Türk Kurtuluş Savaşı'nı bütün ayrıntılarıyla anlatan bu hatıralar, 1960 yılında Kâzım Karabekir’in kızları tarafından bastırıldı. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#72 |
|
![]()
KILIÇARSLAN
Türk tarihinin büyük kahramanlarından biri de Kılıçarslan’dır. Kılıçarslan Anadolu Selçuklu Sultanlığı’nın kurucularından olup; Haçlı ordularına karşı Anadolu’yu ve hatta bütün İslam alemini müdafaa eden bir Türk hükümdarıdır. Vatan topraklarının nasıl müdafaa edilmesi lazım geldiğini, bu uğurda yaptığı kanlı mücadelelerle bütün insanlığa ispat etmişti. Kılıçarslan olmamış olsaydı, belki bugün Anadolu’da bir Türk hakimiyeti yerine bir Latin devleti mevcut bulunacaktı.Anadolu kıtası; 26 Ağustos 1071 yılında Alpaslan’ın Bizanslılarla yaptığı Malazgirt Meydan Savaşı ile fethedilmişti. Bu fetih üzerine Horasan ellerinde bulunan birçok Oğuz Türkmen oymakları, Anadolu’nun çeşitli yerlerine yerleşmişlerdi. Anadolu’nun kuzey bölgesinde Oğuzların Bozok kabileleri, güney bölgesinde de Üçok kabileleri yurt tutmuştu. Büyük kütleler ise Orta Anadolu’yu doldurmuştu. Bunların çoğu Kınık kabileleri idi. İlk etapta Anadolu’ya bir milyon Türkmen gelmişti. Bunların bir kısmı hayvan sürülerine sahip olduklarından Yörük kaldılar. Bir kısmı da toprağa yerleşerek çiftçi oldular. Ancak, Anadolu’nun Marmara kıyıları henüz Bizanslıların elinde bulunuyordu. Marmara havzasının fetihlerine Kutulmuş oğlu Süleyman ile kardeşi Mansur gönderilmişti. Bu iki kardeş, Anadolu’nun fetih olunmamış kısımlarını Türk topraklarına katarak Anadolu Selçuklu Sultanlığı devletini kurdular. Fakat bu iki kardeş birbiriyle uğraşmaya başladılar. Bunun üzerine büyük Selçuklu Hakanı Melikşah, Mansur’un üzerine Porsuk Bey ve kuvvetlerini gönderdi. 1077 tarihinde Mansur mağlup edilerek öldürüldü. Melik Şah, Anadolu’nun idaresini Sultan unvanıyla Kutulmuş oğlu Süleyman’a bıraktı. İşte, bu şekilde Anadolu Selçuklu Sultanlığını kuran Aslan’ın torunu Kutulmuş oğlu Süleyman oldu. Anadolu’da bu devlet 1077 yılında kuruldu. Anadolu Selçuklularından on yedi hükümdar gelmişti. Kutulmuşoğlu, Konya şehrini merkez yaparak Bizanslılarla savaşlara girişti. İznik şehrini fethettikten sonra burayı merkez yaptı. Bir müddet sonra Antakya’yı da fethetti. O zaman Melikşah’ın kardeşi Tutuş ile harbe girişerek yenildi. Bu olay onu olumsuz olarak çok etkiledi ve sonunda intihar etti. Kutulmuşoğlu Süleyman’ın ölümü ile Anadolu’da karışıklıklar baş gösterdi. Beyler her tarafta bağımsızlıklarını ilan ettiler. Süleyman’ın oğlu Kılıçarslan, Büyük Selçuklu İmparatoru tarafından hapse atılmıştı. Anadolu’nun karışıklığını ancak Kılıçarslan düzene koyabilirdi. Dört yıl sonra Kılıçarslan, Melikşah tarafından Konya’ya gönderildi. Kılıçarslan babası zamanından kalan büyük kumandanları başına topladı. İznik şehrini tekrar zaptederek burayı kendisine merkez yaptı. Bundan sonra bağımsızlık hevesinde bulunan bütün beyleri ortadan kaldırdı. Bu suretle babasının elde ettiği bütün toprakları tekrar ele geçirdi. Bir donanma yaparak Çanakkale Boğazı önlerindeki adaları birer birer fethetti. Kılıçarslan çok yiğit, aynı zamanda pek cesur bir hükümdardı. Anadolu’nun birliğini kurmaya muvaffak oldu. Bu sebeple şöhret ve namı her tarafa yayıldı. Kılıçarslan’ın en büyük amacı Bizanslıların elinden İstanbul’u almaktı. Bu amacına ulaşmak için Marmara kıyılarında bir tersane kurup çok sayıda harp gemileri yaptırdı. Türklerin bu hazırlığını gören Bizanslılar telaşa düştüler. O zamanlar Bizans tahtında Yedinci Mihal Dükas bulunuyordu. Türklerin kara ve deniz kuvvetleriyle başa çıkamayacağını anlayınca, Roma’da oturan Papa Yedinci Greguvar’a elçiler gönderdi. Papaya, batı devletlerinin yardımına muhtaç olduğunu bildirdi. Eğer bu yardım gelmezse, İstanbul Türklerin eline geçecek ve Doğu Roma İmparatorluğu tarihe karışacaktı. Papa, Ortodoksların Katolik kilisesine müracaatını kendi menfaatine uygun buldu. İleride bu iki kilisenin birleşeceğini düşündü. Bu sebeple Batı Avrupa devletlerinden 40,000 kişilik bir ordu toplanılarak İstanbul’a gönderilmesi için çok çalıştı. Fakat muvaffak olamadı. Bizans’ı korku sardığı sıralarda, Kılıçarslan durmadan donanma yaptırıyor; bir an öne İstanbul’u Türk topraklarına katmayı arzu ediyordu. O devirde Avrupa’da dinî taassup çok şiddetli idi. Papazların halk üzerinde büyük tesirleri vardı. Bütün papazlar, Hazret-i İsa’nın doğduğu mukaddes Kudüs şehrini İslamların elinden kurtarmak için halkı haçlı seferine teşvik ediyorlardı. Bilhassa Fransa’da kurulmuş olan Kloni tarikatının halk üzerinde etkisi büyüktü. 1095 tarihinde Fransa’nın Klermon şehrinde Papa İkinci Urban, ruhanî bir meclis topladı. Bu meclise on dört başpiskopos, iki yüz elli piskopos, dört yüzden fazla papaz katıldı. Ayrıca birçok da şövalye bulundu. Bu ruhanî meclis, Kudüs’ün İslamlardan alınmasına karar verdi. Bu işe ön ayak olan Piyer Lermit adında bir papazdı. Buna Yoksul Gotye adında bir şövalye de katıldı. Bunların teşvikiyle Avrupa’da büyük bir haçlı ordusu hazırlandı. Bu sel Anadolu’ya akmak üzere idi. Bu seli Kılıçarslan nasıl durdurabilecekti? Haçlı ordusunun sayısı altı yüz bin kişi idi. Haçlı ordusu muhtelif Hıristiyan milletlerinden kurulmuş olup, içinde ihtiyarlar, gençler ve kadınlar da bulunuyordu. Hepsi göğüslerine birer kırmızı Haç takmışlardı. Bu haçlı ordusunun önünde eski Cermen efsanelerinde mukaddes sayılan bir Keçi ile bir de Kaz bulunuyordu. Bu insan seli Batı Avrupa’dan yaya olarak Bizans’a geldi. Bizans imparatoru bu kalabalıktan ürkerek bunların hepsini Anadolu yakasına geçirtti. Kılıçarslan, Anadolu’ya çıkan bu korkunç afet karşısında soğukkanlılığını muhafaza etti. Neye mal olursa olsun, bu müstevli kuvvetlere karşı Türkün öz yurdu olan Anadolu’yu müdafaa etmeğe ant içti. Kılıçarslan, bu büyük kuvvetlere karşı bir gerilla harbi yapmaya karar verdi. Türk kuvvetlerini muhtelif çetelere ayırdı. Şehirlerde bulunan halkı dağlara ve yaylalara çıkarttı. Ambarlarda ne kadar zahire varsa yaktı ve suları da zehirletti. Selçuk askerleri baskın halinde grup grup haçlıların üzerine atılarak ilk çıkan kafileyi bir anda imha etti. Fakat arkadan daha büyük kuvvetler Anadolu’ya çıktılar. Kılıçarslan o büyük kuvvetleri de Eskişehir ovasında yıprattı. Bundan sonra kuvvetleriyle Çorum’a çekildi. Bu durum karşısında bütün Anadolu Türkleri top yekün silaha sarıldı. Saadetini yıkanlarla kanlı mücadelelere girişti. Bu tarihte eşine az rastlanır bir vatan müdafaası idi. Askerî kıtalar her tarafta bir şimşek gibi çakıyorlar; düşmanın yurt tutmasına imkan bırakmıyorlardı. Anadolu şehir ve kasabalarında büyük bir yangın vardı. Bu kıyametin içine girenler de şaşırıp kaldılar. Bunlar nasıl bir millet! Vatanlarını canla başla ne şekilde müdafaa ettiklerini görüp öğrendiler. Nihayet haçlılar kırıla kırıla bir geçit bularak Kudüs’e gidip bir Latin Krallığı kurdular. Fakat güzel Anadolu’da yerleşemediler. Çünkü buranın bekçileri yüksek vatansever ve kahraman Türklerdi. Kumandanları da Kılıçarslan gibi cesur bir yiğitti. Türkler bu şekilde Anadolu için kan döktüler. Bu sebeple Anadolu toprakları Türkün kanıyla yoğrulmuş bir ana vatandır. Kılıçarslan’ın haçlılara karşı kazandığı zaferler onun adını Türk tarihinde ebediyen yaşatmaya kafi gelmiştir. Onun hayatı büyük destandır. Tarih onun (Ebulgazi) unvanını vermişti. Sekiz buçuk ay süren bu kanlı mücadeleden sonra Birinci Kılıçarslan Konya Sarayına yerleşti. Bir sabah sarayından çıkıp bir meydanda toplanmış binlerce esirin arasından geçerken bir ses yükseldi. -Bizler ne olacağız? Kılıçarslan sesin geldiği tarafa baktı. Bu sözü söyleyen genç ve güzel bir esir kızdı. Ona: -Kimsin, ne istiyorsun? Diye sordu. Esir kız: - Savaşta esir düşen Efon Ejyid’in kız kardeşi İzabella’yım. Bir an önce vatanıma dönmek istiyorum! Dedi. Kılıçarslan şöyle mukabele etti: -Biz Türkler, yurdumuzda oturanlara çıkıp gidin! demeyiz, ve yurdumda din ve adetiniz üzere hür yaşayabilirsiniz. Fakat arzu ettiğiniz gün de yurdunuza dönebilirsiniz. Ben vatan hasretini takdir edenlerdenim... Hiç beklemediği şekilde bir cevapla karşılaşan dilber Fransız kız, hem hayrette kaldı, hem de çok sevindi. Kılçarslan, yiğit olduğu kadar da yakışıklı bir Türk delikanlısı idi: bu esire Kılıçarslan’ın yüzüne dikkatli bakarak: -Sizi nerede ziyaret edip minnet ve şükranlarımı bildirebilirim? Diye sordu. -Her saat, nerede bulunursam! Meydana toplanmış olan bütün esirler Türk Hakanının bu yüksek kalpliliğine hayran kaldılar. Teşekkür makamında hepsi birden boyun kestiler. Kılıçarslan bütün esirlere harçlık verilmesini emretti. Eğlence yerlerine gitmelerine de izin verdi. Bir müddet sonra da bu haçlı ordusunun esirleri grup grup memleketlerine iade edildiler. Bu kanlı mücadeleden muzaffer çıkan Kılıçarslan sarayında eşi Sevindik Hatun ve çocukları Şehinşah ve Mesut adlı iki oğlu ve Aydın adındaki kızı ile mesut ve tatlı günler yaşadı. Fakat Kılıçarslan, Suriye’de yaptığı bir savaştan dönerken 1106 tarihinde Fırat Nehrine düşerek boğuldu. Son |
![]() |
![]() |
![]() |
#73 |
|
![]()
KUBİLÂY HAN
Kubilây Han bütün Çin’i idaresi almış büyük bir imparatordur. Tarihte kendisinden önce gelmiş bütün hükümdarları gölgede bırakarak en büyük insan kitlesini yönetmiş bir hükümdardır. Kubilây, Cengiz Han’ın torunudur. Büyük kahramanlar ve komutanlar yetiştiren bir ailedendir. 1211 yılında doğdu. Hükümdarlığa seçilmiş olan kardeşi Mengü, Kubilây’ı Doğu ülkelerini, Hulâgû’yu da Batıdaki ülkeleri almaya göndermişti. Mengü 1259’da öldü. Kubilây’ın ordusunda bulunan prens ve emirlerin katıldığı büyük bir kurultayın kararıyla hükümdarlığa seçildi. Önce bu kararı kabul etmeyen küçük kardeşi Arıkboğa’yı yendi. Ancak kardeşine kötü davranmadı. Bu âdil hareketi Hülâgû ve diğer prenslerin beğenisini uyandırdı. Onun hükümdarlığını kabul ettiler. Kubilây Han, Çin’de büyük bir imparatorluk kurarak 1260 ile 1294 yılları arasında 25 yıl hükümdarlık yaptı. Kubilây önce büyük bir ordu ile Siang Yang’ı aldı. Çetin savaşlarla büyük Çin eyaletlerini hükümdarlığına kattı. 1264’te Pekin’i merkez yaptı ve 1280 yılında bütün Çin’i aldı. Kubilây’ın devletinin hudutları, Çin dışında Kıpçak, Çağatay, Almalık, İran ve Kuzeyde Polanya hudutlarına kadar yayılıyordu. Kubilây Han, Japonya’ya, Annam’a ve Çampa’ya yaptığı akınlarda başarılı olamadı. Burma’da büyük bir zafer kazandı. Kubilây Han cesur ve güçlü bir hükümdardı. Hayatı ülkeler fethetmek ve imparatorluğunu genişletmek için, büyük savaşlarla geçti. Kubilây Han Dünya tarihinde en büyük imparatorluk kurmuş olan hükümdarların başında gelir. Yanında çeşitli milletlerden bilginler, devlet adamları ve diplomatlar bulunurdu. Kubilây hakkında bize en iyi bilgiyi Marko Polo getirdi. Marko Polo, bu büyük imparatorun sarayı, oradaki hayat, eğlenceler ve vergi sistemi hakkında ilgi çekici bilgiler vermektedir. Kubilây, 1204 yılında 78 yaşında öldü. |
![]() |
![]() |
![]() |
#74 |
|
![]()
MİMAR SİNAN
Büyük mimar, 29 Mayıs 1490 tarihinde Kayseri'nin Kesi nahiyesine bağlı Ağırnas köyünde doğdu. Bir devşirme olarak Yeniçeri ocağına girdi. 50 yaşında askerden ayrıldı ve Hassa Sermimarı(Mimarbaşı) oldu. 48 yıl bu makamda kaldı. 81 cami, 10 mescit, 55 medrese, 26 türbe, 17 imaret, 6 bent ve su kemeri, 9 köprü, 17 kervansaray, 33 saray, 6 mahzen ve 37 hamam inşa etti. 9 Nisan 1588 tarihinde İstanbul'da öldü. Türbesi Süleymaniye camiinin avlusundadır. Ayasofya kilisesinin açıldığı gün o muhteşem kubbenin altında duran İmparator Jüstinyen “Hazreti Süleyman sana galebe çaldım” diye haykırmıştı. İmparator, bu kubbeden daha muhteşem bir kubbenin, gök kubbe altında bulunamayacağı inancı içinde idi. Fakat Koca Sinan “kalfalık devremin eseri” dediği Süleymaniye Camii ile gök kubbe altındaki kubbelerin en muhteşemini kurup Ayasofya'yı gölgede bırakan kişi oldu. Bu öylesine bir cami idi ki, Cihan Padişahı Kanunî Sultan Süleyman Hân'ın ulu adına lâyık, dünya durdukça olanca ihtişamı ile dimdik ayakta duracak bir şaheserdi. İnşaatı tam sekiz yıl sürmüş, bu yüzden Kanunî Sultan Süleyman, pek sevip takdir ettiği Sermimarı Sinan'a hayli kızdığı zamanlar da olmuştu. Sinan caminin yalnız temelleri için tam 6 yılını harcamıştı. İstanbul'da Ayasofya'yı gölgede bırakacak heybette bir caminin inşa edilmekte olduğu haberi bütün İslâm dünyasının gözlerini İstanbul'a çevirmişti. Ancak inşaatın bu derece gecikmesinin maddî sıkıntıdan olduğu kaygısını da uyandırmıştı. Bunun etkisi iledir ki, İran Şahı Tahmasb Hân, sefiri aracılığı ile Kanunî Sultan Süleyman'a ufak bir sandık dolusu mücevher göndermiş ve “Caminin tamamlanmasında bizim de bir hissemiz olsun istedik” demişti. Tarihe adını “Muhteşem” sıfatıyla yazdıran Kanunî, sandığı Mimar Sinan'a vererek “Bu taşlar da harçta kullanıla” demiş ve İran elçisinin hayret dolu bakışları arasında bu mücevherler de çakıl taşı niyetine harcın içine atılmıştı. Üsküdar'dan doğan güneşin ilk ışıkları ile, Haliç üzerinden batan güneşin son ışıkları altında Süleymaniye Camii minarelerinin pırıl pırıl parlamasının bu taşlardan olduğu söylenir. Bu arada Koca Sinan'ı çekemeyenler türlü dedikodudan geri kalmıyorlardı: “Bu binayı kara çamurdan çıkarmaya kadir değildir” diyenler camiin duvarları olanca heybetiyle yükseldikten sonra bu kez, “Kubbenin durmasında şüphesi vardır. Herif ona hayrandır; bu uğurda günlerini geçirir...” demeye başlamışlardı. Bu söylentiler padişaha kadar aksetmişti. Sinan’ın, fena halde hiddetlenen Sultan Süleyman'ın gazabına uğramasına ramak kalmıştı. Bir gün camiye ani olarak gelen Kanunî, Sermimarı Sinan'ı kubbenin altında oturup nargile içerken gördüğü zaman: – Bre Sinan, neden benim camiin ile mukayyed olmayıp nargile içerek tatil-i evkât edersin?...” diye gürledi... Koca Sinan nargilenin tömbekisi bulunmadığını gösterip, – Ol nargilenin fokurtusu ile kubbedeki aks-i sadayı dinlerim devletlüm...cevabını verdi. Cidden o ufacık nârgileden çıkan fokurtu bu dev kubbede büyük bir akustik yapmaktaydı... Ve bunca hâdise ile dolu sekiz uzun yılın sonunda bir mimarî şaheseri olan muhteşem cami tamamlandı. Süleymaniye adını taşıyan bu emsalsiz mabet 16 ağustos 1556 Cuma günü ibadete açıldı. Adına inşa olunan caminin ihtişam ve güzelliğine hayran kalan Kanunî Sultan Süleyman, caminin anahtarını Koca Sinan'a uzatırken: – Binâ eylediğin bu beytullahı, sıdk, safa ve dua ile yine senin açman gerek...diyerek Sermimarına şereflerin en büyüğünü bağışladı. “Şehzâde Camii çıraklığımın, Süleymaniye kalfalığımın, Edirne'deki Selimiye de ustalık devremin eseridir” diyen Mimar Sinan, Yeniçeri ocağında marangozlukla işe başlamıştı. Yavuz Sultan Selim'in Tebriz seferi sırasında Van Gölü'nü geçmek için inşa ettiği geniş tekne, yalnız bu göldeki ilk tekne olmasının yanı sıra, aynı zamanda onun ilk eseri olmuştu. Sonra Arap ve Acem diyârlarına yapılan seferler sırasında hendese ve mimarlık öğrenmiş, Kanunî'nin Karabağ seferi sırasında Prut nehri üzerinde ilk köprüsünü inşa etmişti. 50 yaşında iken Yeniçeri ocağından ayrılıp saraya Sermimar(Mimarbaşı) olarak geldikten sonra üç kıtaya yayılan o koskoca imparatorluğu her biri birer mimarî şaheseri olan dört yüze yakın eserle süslemişti. Tam 48 yıl sürmüştü Koca Sinan'ın Mimarbaşılığı. Türk tarihinin bu en muhteşem ve en zengin devresini, inşa ettiği camiler, medreseler, türbeler, kemerler, köprüler, saraylar, hamamlar, mahzenler ve bentlerle dile getirdi. Doksan yaşını aşkın iken, çok sevdiği ve himâyesine aldığı Şair Mustafa Sâi'ye Tezkiretü’l-Bünyân adı altında geniş bir hayat hikâyesini de kaleme aldırdı. Böylelikle devşirme Sinan, kişisel gayretiyle yarattığı Koca Sinan'ı da yazılı bir eser olarak bıraktı tarihimize. Mimar Sinan, 9 Nisan 1588 tarihinde İstanbul'da öldü Türbesi Süleymaniye Camii'nin avlusundadır. |
![]() |
![]() |
![]() |
#75 |
|
![]()
MEHMET EMİN YURDAKUL
Mehmet Emin Yurdakul 1869 yılında İstanbul’da Beşiktaş’ta doğdu. Babası bir balıkçı olan Salih Reis, annesi ise Edirne’den göçüp İstanbul’a yerleşmiş olan Emine Hanım idi. Mehmet Emin Beşiktaş Askerî Rüştiyesini bitirdikten sonra İdadi mektebe devam etmiş, ancak bitirememiştir. Bir süre Hukuk Mektebine de devam etmiştir. Sadaret Evrak Kalemine maaşsız olarak görev yaparken, 1890 yılında bastırdığı Fazilet ve Asalet adlı risaleyi Sadrazam Cevat Paşa’ya takdim etmesi üzerine 700 kuruş maaşla Rüsumat Mektupçu Kalemi Müsevvitliğine, bir müddet sonra da Rüsumat Evrak Müdürlüğüne tayin edildi. Tanınması 1897’deki Yunan Harbi esnasında neşredilen Türkçe Şiirler isimli küçük şiir kitabıyla başlar. O eserindeki: Ben bir Türküm, dinim, cinsim uludur, Sinem, özüm ateş ile doludur, İnsan olan vatanının kuludur, Türk evladı evde durmaz giderim. gibi manzumeler halk diliyle Türklüğün heyecanını ve idealini haykırdığı için yeni bir çığırın müjdecisi olmuştu. 1908 İnkılâbından sonra Mehmet Emin, Erzurum ve Trabzon Rüsumat Nazırlığından Bahriye Nezareti Müsteşarlığına geçti. Bir aralık Hicaz Vali Vekili oldu. Sonra Sivas ve Erzurum valiliklerinde bulundu. Bundan sonra da Musul Milletvekili olmuştu. Daha sonra Şarkî Karahisar Milletvekilliğinde, Urfa Milletvekilliğinde bulundu. İstanbul Milletvekili iken öldü ve Balmumcu’daki yeni mezarlığa gömüldü. Mehmet Emin, büyük bir sanatkâr ve şâir değildi. Ancak Türklük düşüncesinin uyanması görüşünün ilk müjdecisi idi. Rubâb-ı Şikeste’nin karşısına Türk sazı ile çıktı. Aruz vezninin tumturaklı ve tantanalı edası karşısında, Türklük bilinciyle ve hece vezniyle yazdı. Ondan sonra gelen birçok şâir, onun açtığı yoldan şiir sanatının zirvesine yükseldi. Onun âhenkli, ama temiz imanlı ve milli heyecanlı mısralarıyla Millî Mücadelenin ilk günlerinde Ankara’ya koşmuş olması, Atatürk’ü, kendisine ordusuyla bir komutan katılmış kadar sevindirdi. Mehmet Emin, halkın öz duygularını, halkın anlayacağı bir dil ve Türkçe’nin yapısına uygun bir vezinle seslendirmeye çalıştı.Özellikle, edebiyatımızın Arap ve Acem etkisi altında bulunduğu ve herkesin birbirine “Kaba Türk” diye hakaret ettikleri bir dönemde “Ben bir Türküm!” diye bağıran bir şâirdir. Mehmet Emin’i Türk aydınlarından önce Türk milletinin uyanışı ile ilgili olarak Alman, Rus ve Macar Türkologları anladılar ve onu: “Kendi edebiyatını bulmaya giden bir milletin ilk sesi” olarak nitelendirdiler. Mehmet Emin Yurdakul’u şu mısraları çok iyi anlatır: Ey mübarek Anadolu toprağı! Hani senin bahtiyarlık hukukun, Hür düşüncen, milli duygun, kanunun? Hani senin yeni ruhlu çocuğun? Yazık sana ağlamayan şiire... O, bütün hayatında Anadolu’nun gözyaşını ve Türk Milleti’nin soyluluğunu haykırmıştır. Mehmet Emin Yurdakul 1944 yılında İstanbul’da öldü. En meşhur eserleri Türkçe Şiirler, Fazilet ve Asalet, Zafer Yolunda, Mustafa Kemal, İsyan, Dante’ye Sesler, Kıvılcımlar ve Yıldırımlar, Türk Sazı, Turana Doğru’dur. |
![]() |
![]() |
![]() |
#76 |
|
![]()
MUSTAFA CEMİLOĞLU
KENDİ KALEMİNDEN CEMİLOĞLU 1943 senesi 13 Kasım’ında Kırım’da doğdum.1944 yılı Mayıs ayında vatan haini damgasıyla hep halkımızla beraber Orta Asya’ya sürgün olunduk. Bizim ailemiz Özbekistan’ın Andican bölgesindeki bir köye sürülmüştü. Çocukluğum orada geçti. 1955 senesinde oradan göç ettik ve Taşkent şehrine yakın bir kasabaya geldik.1956’da Rus dilinde ortaokulu bitirdim ve Taşkent Üniversitesi Arap Dili ve Edebiyatı Fakültesi’ne girmek istedim. Ama orada bana açıkça, “Bu fakülteye Kırım Tatarları, yani Sovyetlere sadık olmayan milletin mensuplarını almıyoruz” dediler. Fabrikaya işe girdim. 1961 senesi biz genç arkadaşlarla, Taşkent’te “Kırım Tatar Gençleri Milli Teşkilatı” adlı bir siyasi teşkilat kurmuştuk. Birkaç hafta sonra teşkilatımızın önderini tevkif ettiler. Beni o zaman yakalamadılar ama işten çıkardılar. 1962 senesi Taşkent Sulama ve Ziraat Mekanizasyon Enstitüsüne kaydoldum, ama oradan beni üç yıl sonra KGB’nin talebiyle çıkardılar. Sebebi, yani bana karşı yapılan suçlamalar böyleydi: Milliyetçi Komünist Parti ve Sovyet hükümeti’nin milli siyasetini tenkit ediyor, enstitü talebeleri arasında özünün milliyetçi ruhunda yazdığı ve “Kırım’da XII-XVIII. Yüzyıllarda Türk medeniyeti” adlı makalesini dağıtmış, talebelerin fikirlerini bozuyor dediler. Enstitüden kovmakla beraber beni askerliğe Sovyet ordusuna almak istediler. Ama ben askerliğe gitmeyi reddettim. Mademki bu devlette bizim hiç vatandaşlık hakkımız yok, öyleyse borcumuzda olamaz. İkinci olarak vatanından vahşilikle sürgün edilen, vatanı olmayan insan bu devlette neyi müdafaa edecek? Ben bu devlete sadık olacağıma asker andına imza atmayacağım dedim. Bunun için beni bir buçuk yıl hapishaneye bıraktılar. İkinci sefer 1969 senesinde tevkif ettiler. Suçlarım Kırım Tatarları’nın vaziyeti, onların hakları hususunda mektuplar ve makaleler yazarken Sovyetler’in milli siyasetlerini lekelemişim. 1968 senesinde Sovyet ordusu Çekoslavakya’yı işgal ettiği için karşı protestolar yazmışım vesaire. Yani Sovyetlere karşı propaganda yapmışım. Benimle beraber o zaman Moskova’da yaşayan ve Kırım Türklerine çok yardımda bulunan Yahudi şair Ilya Gabay’ı ve Ukraynalı general Petro Grigorenko’yu da yakalamış ve muhakeme etmek için Taşkent’e getirmişlerdi. Ama Grigorenko’nun davasını bizimkisinden ayırdılar ve onu delihaneye bıraktılar. Böylelikle o insan Kırım Türklerine yardım ettiği sebebiyle beş yıldan fazla bir süreyi delihanede geçirdi. Beni ve Ilya Gabay’ı ise Taşkent mahkemesinin hükmüne göre 3 yıl müddet ağır çalışma kampına yolladılar. Ilya Gabay serbest bırakıldıktan birkaç ay sonra intihar etti. Kendisini apartmanın 12. katının penceresinden yere attı ve öldü. Beni ise 1974 senesinde yine, üçüncü kere yakaladılar ve bir yıl müddetle Sibirya’daki ağır çalışma kampına yolladılar. Serbestliğime üç gün kala yine bana bir dava açtılar ve müddetimi uzattılar. Güya kamptaki mahpuslar arasında Sovyetlere karşı propaganda yapmışım, kamptan arkadaşlarıma ve akrabalarıma yazdığım mektuplarda Sovyetlerin siyasetini lekelemişim ve buna benzer suçlamalar. Protesto olarak açlık grevi ilan ettim. Bu açlık grevi 10 ay kadar, daha doğrusu 303 gün devam etti. Burada, nasıl olup ta o kadar açlık grevi geçirmek ve ölmemek mümkün mü gibi sorular doğabilir. Sovyet hapishanelerinde açlık grevi şartları böyleydi: İnsan ağzına hiç yemek almıyor, ama mahpus ölüm haline yakınlaştığı zaman mahkeme gardiyanları onun ellerine kelepçe takıp ağzını zorla açıp lastik boru sokarlar ve böylelikle karnına açlıktan ölmesin diye gıdalı akar madde dökerler ve yahut kan damarlarına iğneyle glikoz enjeksiyonu yaparlar. İşte o zaman, yani 303 günlük açlık grevi zamanında, Andrey Saharov, Petro Grigorenko ve diğer meşhur insanlar benim serbestliğimi talep ederek dünya kamuoyuna, Birleşik Milletler Teşkilatı’na müracaatlar ve protestolar yazdıkları için benim ismim ve kırım Türklerinin problemleri geniş dünya cemaatına belli olmuştu. Yıllar geçtikten sonra, o zamanlar Türkiye’de de beni kurtarmak için yürüyüşler, yayınlar ve diğer hareketler yapıldığını ve bu hareketlerde, Türkiye’deki Kırım Türkleri aktif iştirak ettiklerini öğrendim. Ama açlık grevine ve dünyanın çeşitli yerlerinden protestolar yağmasına bakmadan Omsk şehrinde yargıladılar ve iki buçuk yıl ağır çalışma kampına hüküm ettiler. Muhakeme kapalı geçti. Ne akrabalarımı ve arkadaşlarımı ve ne de mahsus mahkemeye gelen akademisyen Andrey Sharov’u ve onun eşi Yelena Bonner’i mahkeme salonuna koydular. “Serbest publiği” yalnız gardiyanlar, KGB ve iç işleri bakanlığının hizmetçileri teşkil etmişti. Mahkumiyeti geçirmek için Çin sınırına yakın olan Primorski adlı bir ağır çalışma kampına yolladılar. Müddetim bittikten sonra yine Taşkent’e getirdiler ve açık gözetim, nezaret altında bulunmak şartıyla “serbest” bıraktılar. Açık gözetim nezaretin şartları böyleydi: Taşkent şehrinden çıkıp gitmesi yasak, akşam saat 8’den sabah saat 6’ya kadar evden dışarı çıkması yasak, çok cemaat toplanan yerlere (mesela kahvehanelere, çay salonlarına, pazara ve buna benzer yerlere) varması yasak ve her hafta karakola varıp kayıt olunma mecburiyeti var. Bir yıldan sonra, 1979 senesi şubat ayında açık gözetim nezaret şartlarını bozuyorsun, diye beni yine hapishaneye bıraktılar. Taşkent’te geçirilen muhakememe yine akademisyen A. Sharov geldi, ama yine onu ve zaten hiçbir kimseyi mahkeme salonuna bırakmadılar. Yani beşinci muhakemem de kapalı geçti ve beni 4 yıl müddete Yakutistan’a sürgünlüğe hükümettiler. Sürgünlük müddeti bittikten sonra ailemle yerleşmek ümidiyle Kırım’a gelmiştik, ama üç gün sonra bizleri Kırım’dan sürgün ettiler ve Özbekistan’a götürdüler. 1983 senesi Kasım ayında yine tevkif ettiler. 3 yıl müddetle ağır çalışma kampına hüküm ettiler ve Magadan şehrinden 45 kilometre uzaktaki bir kampa getirdiler. Bu seferki suçlamalarda öteki davalarımda olduğu gibi geleneksel suçlamalardı. Yani Sovyetlerin milli siyasetini, yani iç ve dış politikasını lekelemişim. Sovyet ordusunun Afganistan’ı işgaline karşı Sharov ve birkaç arkadaşımızla beraber protesto imzalamışım vesaire. Bundan da gayrı, 1983 senesi yazında krasnador ülkesinde ölen babamın cesedini, yasak olduğuna bakmadan, Kırım’a geçirmeye ve orada toprağa vermeye gayret etmişim, cenazenin karşısına çıkan polis ve askerlerle çatışmalarda rehberlik yapmışım. Magadan kampında müddetimin sonuna yakınlaştığı zaman bana karşı yeni dava açtılar. Ama o yıl artık Sovyetler birliğinde bazı değişmeler başlamıştı. Hür dünyanın baskısıyla siyasi mensupları serbest bırakmaya başlamışlardı. 1986 senesi aralık ayında beni Magadan şehir mahkemesinde yargıladılar ama yalnız 3 yıllık meşrut hüküm çıkardılar. İşte o zamandan beri, yani artık 5 yıldan fazla serbesttim. Toplam olarak hapishanelerde, ceza kamplarında ve Yakutistan sürgünlüğünde 15 yıl kadar geçirdim. Aynı sene mayıs ayında Özbekistan’da Kırım Tatar milli hareketi inisiyatif gruplarının bütün ittifak toplantısı yapıldı. Bu toplantıda Kırım Tatar Milli Hareketi Teşkilatı kuruldu ve onun tüzüğü, programı kabul edildi. Bu teşkilatın başkanı olarak beni seçiler. 1991 senesi Haziran’da Akmescit şehrinde Kırım Tatar milli kurultayını geçirdik. Bu 1917 senesinde Kırım’da geçirilen kurultaydan sonra ilk Milli kurultayımız oldu. Kurultayda hep halkımızı temsil eden ve halkımızın adına kararlar çıkarmaya yetkisi olan 33 kişiden ibaret Milli Meclis seçildi. Beni de meclis başkanı olarak seçtiler. Halen ailemle beraber Bahçesaray şehrinde yaşıyorum, üç evladım var. |
![]() |
![]() |
![]() |
#77 |
|
![]()
ASIM EFENDİ
Mütercim Asım Efendi, Türk sözcüklerinin babası sayılır. Eserlerinde Türk dilinin zenginliğini göstermiş olmakla dilimize büyük bir hizmeti oldu. Mütercim Asım’ın sarsılmaz bir çalışma gücü vardı. Kamus adlı eseri dilimize çevirmek için sekiz yıl süreyle çalıştı. Bu eserin çevrilmesinde Türk diline olan büyük hakimiyeti hemen göze çarpar. Onun için Kamus, Türk dili araştırmalarının kaynaklarından biri sayılabilir. İki ciltlik Tarih’i de Üçüncü Selim zamanının bir kısmını aydınlatır. Bunlardan başka Arapça’dan Napolyon’un Mısır’ı alması yıllarına ait bir tarih kitabı ile daha birçok kitaplar çevirdi ve birçok eserler yazdı. Asım Efendi 1775 yılında Gaziantep’te doğdu. Antep’in bilginler yetiştirmiş bir ailesinden gelir. Babası Seyyid Mehmed Cenani Efendidir. Asım Efendi Doğu kültürü güçlü bir çevrede yetişti. İlk öğrenimden sonra babasından ve tanınmış bilginlerden zamanın bilimleriyle, Arapça ve Farsça öğrendi. Mütercim Asım Efendi 35 yaşlarında İstanbul’a geldi. İstanbul’da güçlükler içinde çalışarak Farsça’dan Tebrizli Hüseyin’in Burhan-ı Kâtı adlı sözlüğünü dilimize çevirerek Padişah III. Selim’e sundu. Asım Efendi Padişahın dikkatini çekti ve onun yardımını görmeğe başladı. Padişah ona bir de ev bağışladı. 1796 yılında müderrisliğe(Profesör) atandı. 1807’de sarayın Vakanüvisliğine (Tarihçi) getirildi. III. Selim ölünce Asım Efendi sıkıntıya düştü. Evi yandı. II. Mahmud tahta çıkınca o da Mütercim Asım Efendi’yi koruma altına aldı. Daha büyük bir ev verdi. O sırada Firuzabatlı Hüseyin’in Kamus’unu dilimize çevirdi ve padişaha sundu. Bundan sonra önemi ve değeri büsbütün yükseldi. Bu kitap padişahın iradesi ile 1814-1817 yılları arasında basıldı. Bu arada bir süre Selanik Kadılığı yaptı. Oradan döndükten sonra İstanbul’da 1820’de öldü. |
![]() |
![]() |
![]() |
#78 |
|
![]()
MEHMET AKİF ERSOY
Mehmet Akif, memleketin en felaketli ve karanlık günlerinde, ümidini günden güne kaybetmekte olan millete “Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak!” diye haykırarak Türklerin ruhuna yeniden yaşama ve savaşma atılımı aşıladı. Mehmet Akif, 1873 yılında İstanbul'da doğdu. İlk tahsilini Fatih Rüştiyesi'nde, orta öğrenimini Mülkiye'nin idadî(lise ) kısmında, yüksek öğrenimini de yatılı olarak Halkalı Sivil Baytar Okulu'nda yaptı. Baytarlık göreviyle Edirne'ye gönderildiyse de daha sonra İstanbul'a gelerek edebiyat öğretmenliğine başladı. Zira o bir bilim adamı olmaktan çok, bir duyu ve sanat adamı idi. Bir ara Darülfünun'da edebiyat dersleri verdi. Anadolu Kurtuluş Savaşı'na katıldı. Cumhuriyetten sonra İstiklal Marşı'nı yazdı. 1936'da İstanbul’da öldü. Mehmet Akif'in asıl adı Ragıf'ti. Bir çeşit ekmek demek olan bu Arapça kelime, harfleri “Ebced” sayılarına vurulunca onun doğum tarihini gösteriyordu. Ancak, babasından başka kimse bu adı kullanmadı. Dört yaşında okumaya başlayan, orta öğrenimi sırasında hafız olan, Farsça'yı bir hocadan, Fransızca' yı da kendi kendine öğrenen Akif, daha Baytar Okulundayken şiir yazıyordu. İlk şiiri “Kur'an'a hitab”dır ve 1895'te Resimli Gazete'de çıkmıştır. Mehmet Akif, heyecanlı, hareketli, pehlivan yapılı, güreş seven, taş atmayı, spor haline getirmiş bir kimseydi. Uzun zaman yürüyebilmesi, Anadolu'ya geçtiği sırada araç bulamayınca köyden köye yaya gidebilmesini sağlamıştır. İkinci Meşrutiyet'ten sonra bir ara İttihat ve Terakki genel merkezinde akşamları Arapça dersleri vermişti. Ama Ziya Gökalp'ın milliyetçi fikirlerini benimsemediğinden bu işi bırakmak zorunda kaldı. Ona göre milliyetçi fikirler, bölücüydü. Önemli olan, toplumları birleştirici bir temeli yaymaktı ki bu da ancak din olabilirdi. Bu sebeple, Eşref Edip'in çıkardığı Sırat-ı Müstakim’de yazmaya başladı. Daha sonra kendisi Sebilürreşad'ı çıkardı. Akif'in bu siyasi düşüncelerinde Mısırlı bilgin Muhammed Abduh'un açık tesiri vardır. O, islamiyetin ilk devirlerindeki saf ahlak prensiplerine dönülmesini istiyordu. Onun anladığı tevekkül, halk arasında yaygın olan her şeyi miskince Allah'tan beklemek değil, aksine çalışmaktı. Akif, bu düşüncelerini makale ve şiirleriyle yayıyordu. Ama cumhuriyet ilan edilip de hükümet laiklik prensibini kabul edince bir bakıma küstü ve Mısır'a giderek orada yaşamayı tercih etti. Şair olarak Akif'in “Konuşma diliyle vezinli sözler” yazdığını görürüz. Aruz vezniyle yazılmış olan birçok eseri, Nasrullah Camii'nde verdiği ahlak vaazından farklı değildir. Çünkü Akif de şiiri toplumun yararına bir araç sayanlardandır. Bununla beraber, din heyecanını konu olarak aldığı zaman “Mesih Paşa İmamı”, “Istiklal Marşı”, “Çanakkale Şehitleri” gibi pek çok eserinde coşkun ve mistik bir lirizm görülür. Tarihimizin en şanlı sayfalarından bir olan Çanakkale Savaşını onun kadar heyecanlı ve güzel anlatan olmamıştır. “Çanakkale şehitleri için” şiiri asla gücünü yitirmeden yaşayacaktır: “Bir hilal uğruna Yarab ne güneşler batıyor.”, “Gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın!.” mısraları üstün güzelliktedir. Akif'in şiirleri, genellikle hikâye planı üzerinde yazılmıştır. Bunlar ya “Küfe”, “Hasır”, “Hasta”da olduğu gibi kısadır, ya da “Süleymaniye Kürsüsünde”, “Fatih Kürsüsünde” olduğu gibi iç içe geçerek uzar gider. Bu bakımdan Akif, gözlem gücü fazla olan bir gerçekçi roman yazarı gibi davranır. Şirazlı Hafız Şadi'nin çok tesirinde kalmış, ondan pek çok tercüme yapmış, ayrıca Kur'an'daki önemli ayetleri şerheden, yorumlayan manzumeler meydana getirmiştir . Milli Eğitim Bakanlığı, 1921'de bir İstiklal Marşı yarışması açmıştı. Buna herkes katıldığı halde Akif'in katılmamış olması dikkati çekti. Kendisine yakın arkadaşları sebebini sordular. Kazanırsa ödül kabul edemeyeceğini bildirdi. Bu şart kabul edildi ve Akif şiirini gönderdi. Aynı yıl Mart ayının birinci toplantısında Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi (Tanrıöver), kürsüye gelerek İstiklal Marşı'nı okudu. Mehmetçiğin aziz ruhuna ithafını taşıyan şiir üç kere tekrarlatıldı. Üçünde de ayakta dinlendi ve alkışlandı. 12 Mart toplantısında, Akif'in şiiri Milli Marş'ın sözleri olarak kabul edildi. Şair, eserini millete malettiği için Safahat'a almadı. Mehmet Akif'in İstiklal Marşı şiiri, ünlü bestecilerimizden Osman Zeki Üngör tarafından bestelendi. İlk çalındığı zaman, büyük heyecanla karşılandı ve milli marş olarak kabul edildi. Büyük şair, 1925'te Kahire'ye gitti. Kahire Üniversitesi'nde Türk Edebiyatı Kürsüsü'nün başına geçti. Onbir yıl orada kaldı ve ölümüne yakın günlerde İstanbul'a geldi ve 27 Aralık 1936'da hayata gözlerini yumdu. Edirnekapı Şehitliği'nde toprağa verildi. Her yıl büyük törenlerle anılan milli şairimiz, milli marşımız çalındıkça hatırlanacaktır. Mehmet Akif'in şiirlerinin toplandığı Safahat, yedi cilttir. Her cilt, bir kitap özelliğini taşır; Bunlar sırayla “Safahat”, “Süleymaniye Kürsüsü'nde”, “Hakk'ın Sesleri”, “Fatih Kürsüsü'nde”, “Hatıralar”, “Asım” ve “Gölgeler”dir. Şair, sonradan bunları “Safahat” adı altında 7 ciltlik tek kitapta toplamıştır. |
![]() |
![]() |
![]() |
#79 |
|
![]()
Mihail Nikolayev Yefimoviç
Saha (Yakutistan) Muhtar Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mihail Nikolayev Yefimoviç, 1937 yılında Orcenikitse Vilayeti Otkomtsı köyünde doğdu. Bir köylü anne-babanın oğludur. 1961 yılında Orısk'ta Veteriner Enstitüsü'nü bitirdi. Komünist Partisi'nin Merkezî Komitesi Yüksek Okulu'na girdi. 1961'den itibaren Saha (Yakutistan) Cumhuriyeti Jigansk Vilayeti'nde veterinerlik yapmaya başladı. Aynı vilayetin Bölge Komsomol Başkanı oldu. 1961'den 1969'a kadar Yakutsk Şehri Komsomol Bölümü Başkanlığı yaptı. 1971'den 1978'e kadar Verhne Velyuyski Vilayeti Komünist Partisi Merkez Komitesi'nin başkanlığını yaptı. 1979'dan 1985'e kadar Saha (Yakutistan) Başbakan yardımcılığında bulundu. 1985'ten 1989'a kadar Saha (Yakutistan) Cumhuriyeti Tarım Endrüstrisi Komitesi Başkanlığı'nı yürüttü. 1989'dan 1990 yılının Aralık ayına kadar Saha (Yakutistan) Cumhuriyeti Yukarı Sovyet Prezidyum başkanlığı yaptı. 1990 yılı Nisan ayından itibaren Yukarı Sovyet Başkanlığına geçti. 20 Aralık 1991'de Saha (Yakutistan) Cumhuriyeti'nin seçimle gelen ilk cumhurbaşkanı oldu. Mihail Nikolayev Yefimoviç, evli ve 3 çocuk babasıdır. |
![]() |
![]() |
![]() |
#80 |
|
![]()
FENÂRÎ ŞEMSEDDİN MEHMED
Molla Fenârî, Osmanlıların ilk Şeyhülislamıdır. Yüzden fazla eser yazmış bir bilim adamıdır. Babasının adı Hızır’dır. 1350’de doğdu. Nerede doğduğu kesin olarak belli değildir. İlk öğrenimini bitirdikten sonra döneminin en büyük bilginleri olan Alâeddin Esved ve Cemaleddin Aksarayî’den ders aldı. Onda ilme karşı büyük bir aşk vardı. Din bilgilerini öğrendikten sonra diğer bilimler alanında da çalıştı. Özellikle astronomi ile matematik alanında kendisini yetiştirdi. Molla Fenârî daha sonra medreselerde müderrislik yapmaya başladı. Bursa’da, Hicaz’da ve Mısır’da çeşitli medreselerde dersler okuttu. Bilgi alanında ünü yayılmağa başladı. Çelebi Sultan Mehmet onu Bursa’ya çağırdı. II. Murad, onun bilim alanındaki gücünü takdir ederek 1424 yılında Osmanlılarda ilk defa Şeyhülislamlık görevine getirdi. Altı yıl kadar bu görevi yürüttü. Sonra Hicaz’a gitti. Dönüşte Bursa’da 1430 yılında öldü. Fenârî Şemseddin, zamanının en güçlü ve büyük bilginlerindendi. Faziletli, sağlam karakterli, yüksek ahlaklı üstün bir insandı. Hayatı kitaplar arasında geçmişti. Kütüphanesine on bin cilt kadar eser yazdı. Bunların birçoğu dini konulara değinen şerhler, tefsirler ve haşiyelerden yapılmıştır. Eserlerinin en önemlilerinden biri bütün ilimlerden söz eden ve ansiklopedik bir eser olan Enmuzecü’l-ulum’dur. En büyük eseri Fusûlü’l-Bedâyi fi Usûlü’ş-Şerâyi’dir. Fenari Şemseddin birçok değerli insanlar yetiştirdiği gibi, bilim, ahlak ve fazilet bakımından çevresindekilere örnek olmuş büyük bir insandı. |
![]() |
![]() |
![]() |
Etiketler |
buyukleri, dan, turk |
|
|