Geri git   CurcunaForum.Org > Kültür - Sanat - Tarih - Eğitim ve Uzay > Biyografiler
Kayıt ol Yardım Topluluk

Biyografiler Aradığınız kişinin Biyografileri bu bölümde.

Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 09-17-2008   #51
Profil
Üye
Avatar Yok
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Bulunduğu yer: De_Dust 2
Yaş: 30
Mesajlar: 252
Üye No: 17577

Seviye: 14 [♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥]
Canlılık: 0 / 346
Çekicilik: 84 / 16785
Tecrübe: 84

Teşekkür

Teşekkürler: 0
0 Mesajina 0 Tesekkür Aldi
Rep
Rep Puanı : 11
Rep Gücü : 17
İtibar :
CF TEAM is on a distinguished road
CF TEAM - İCQ üzeri Mesaj gönder CF TEAM - AİM üzeri Mesaj gönder CF TEAM - MSN üzeri Mesaj gönder CF TEAM - YAHOO üzeri Mesaj gönder
Standart

HAREZMÎ


Harezmî, IX. yüzyılda yaşayan ve cebir alanında ilk defa eser yazan Müslüman Türk bilginidir.

Harezmî 780 yılında Harezm’de doğdu. Daha sonra ilim öğrenmek amacıyla, kendi döneminin ilim merkezi olan Bağdat’a gitti. Abbasi Halifesi Me’mun, Bağdat’ta kurduğu kütüphanenin (Darülhikme) idaresini kendisine verince, matematik ve astronomi kaynaklarını uzun süre inceleme imkanı bulmuştur.

Bağdat’taki bilimler akademisi Darülhikme’de görev alan Harezmî, matematik, astronomi ve coğrafya alanında değerli çalışmalar yaptı.

Harezmî, ilk defa, birinci ve ikinci dereceden denklemleri analitik metotla; bir bilinmeyenli denklemleri de cebirsel ve geometrik metotlarla çözmenin kural ve yöntemlerini tespit etti. Matematikte ilk kez sıfır rakamını kullanan Harezmî, cebir bilimini metodik ve sistematik olarak ortaya koydu. Kendisinden önceki cebire ait konuları, yine ilk kez ‘cebir’ adı altında sistemleştirdi.

Harezmî, matematik, astronomi ve coğrafya alanında çok sayıda eser yazdı.

Yeryüzünün çapına ait hesaplarını Kitâbu Sûreti’l-Arz adlı kitabında topladı. Bu eserde, Nil Nehri’nin kaynağını açıklayan Harezmî, Batlamyus’un astronomik cetvellerini de düzeltti.

Güneş ve ay tutulmasına dair incelemelerini topladığı Zîcü’l-Harezmî adlı eserinde ise, astronomi için gerekli trigonometri bilgi ve cetvellerini de verdi.

Harezmî, 850 yılında Bağdat’ta vefat etti.
CF TEAM is offline CF TEAM isimli üyenin yazdığı bu Mesajı değerlendirin.   Alıntı ile Cevapla
Alt 09-17-2008   #52
Profil
Üye
Avatar Yok
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Bulunduğu yer: De_Dust 2
Yaş: 30
Mesajlar: 252
Üye No: 17577

Seviye: 14 [♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥]
Canlılık: 0 / 346
Çekicilik: 84 / 16785
Tecrübe: 84

Teşekkür

Teşekkürler: 0
0 Mesajina 0 Tesekkür Aldi
Rep
Rep Puanı : 11
Rep Gücü : 17
İtibar :
CF TEAM is on a distinguished road
CF TEAM - İCQ üzeri Mesaj gönder CF TEAM - AİM üzeri Mesaj gönder CF TEAM - MSN üzeri Mesaj gönder CF TEAM - YAHOO üzeri Mesaj gönder
Standart

HÜSEYİN BAYKARA


Hüseyin Baykara 1430 yılında Herat’da doğdu.

Uzun süre Cürcah Mazenderan hükümdarlığı yaptı. Sonra Horasan’da da hükümdar oldu. Baba ve ana soyundan Timurlenk’e uzanır. Büyük babası Mirza Baykara ve babası Mirza Mensur’dur. 36 yıl süren hükümdarlığı sırasında halkın sevgisini ve saygısını kazanmıştı.

Hüseyin Baykara, hükümdarlık vasıflarının en güzeli olan adaletle yönetmek, şiire ve şairlere değer vermek, kültürü korumak ve memleketinde sulh ve ataletin yerleşmesine çalışmak gibi özellikleriyle yüksek bir insan ve büyük bir hükümdardır.

Hüseyin Baykara bilime, sanata ve sanatkarlara değer veren, onları koruyan, adaleti seven büyük bir Türk hükümdarıdır. Kendisi de kahraman bir savaşçı olduğu kadar güçlü bir şairdi.

Hüseyin Baykara sarayına bilgin, sanatkar ve şairleri toplayarak bir Baykara Meclisi kurmuştu. Onun sarayında Türk ve İran edebiyatı büyük bir gelişme yolu buldu. Meşhur Ali Şir Nevaî, Hüseyin Baykara’nın en yakın dostu ve veziri idi. Baykara Meclisinde ünlü Molla Cami de bulunurdu. Hüseyin Baykara kendisi de bir şairdi. Meclisü’l-Uşşâk adlı bir eseri ile bir divanı vardır. Bu divanda Türkçe ve Farsça şiirleri toplanmıştır.

Hüseyin Baykara, Herat’ı bir kültür çevresi haline getirdi. Birçok okullar açtı. Oraya uzak yerlerden toplanan öğrencileri koruyarak onları hazinesinden verdiği para ile okuttu. Zamanında bilim ve edebiyat parlak bir döneme girdi.

Baykara, 1505 yılında öldü.
CF TEAM is offline CF TEAM isimli üyenin yazdığı bu Mesajı değerlendirin.   Alıntı ile Cevapla
Alt 09-17-2008   #53
Profil
Üye
Avatar Yok
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Bulunduğu yer: De_Dust 2
Yaş: 30
Mesajlar: 252
Üye No: 17577

Seviye: 14 [♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥]
Canlılık: 0 / 346
Çekicilik: 84 / 16785
Tecrübe: 84

Teşekkür

Teşekkürler: 0
0 Mesajina 0 Tesekkür Aldi
Rep
Rep Puanı : 11
Rep Gücü : 17
İtibar :
CF TEAM is on a distinguished road
CF TEAM - İCQ üzeri Mesaj gönder CF TEAM - AİM üzeri Mesaj gönder CF TEAM - MSN üzeri Mesaj gönder CF TEAM - YAHOO üzeri Mesaj gönder
Standart

HACI BAYRAM VELİ
Ünlü Türk mutasavvıfı ve ünlü Bayramiye tarikatının kurucusudur. 1352 yılında Ankara'nın Solfasol köyünde doğdu. Babası Koyunluca Ahmet Efendi idi. Çok iyi öğrenim gören Hacı Bayram Velî'nin yetiştirdiği bilginler arasında Fatih Sultan Mehmet'in hocası Akşemsettin ve Bıçakçı Ömer Dede de vardır. Düşüncelerini temiz bir Türkçe ve hece vezni şiirler halinde yazan Hacı Bayram, 1436 yılında Ankara'da öldü. Ankara’daki Türbesi günümüzde de başlıca ziyaret yerlerindendir.

Evliyalar babası Hacı Bayram Velî, 1352 baharında Ankara'nın Solfasol köyünde doğdu. Asıl adı Numan idi. Daha dünyaya gözlerini ilk açtığı gün kısmetini de beraber getirmiş, Solfasol'un kurak toprağına o gün doya doya rahmet yağmıştı.

Küçük Numan, nur topu gibi bir çocuktu. Büyüdükçe, öteki çocuklardan farklı, çok daha akıllı, uslu olduğu konu komşunun gözünden kaçmıyordu. Okumayı, yazmayı kendi kendine. öğrendi. Bıyıkları henüz terlemeye başlayınca, uzaklara gitmek, ilmi ve irfanı ünlü medreselerde aramak istedi. İçinde, vazgeçilmez bir arzuydu bu. Bir bahar sabahı, köyden yolcu ettiler onu.

Hacı Bayram Velî'nin hayat hikâyesi burada kopar. Nerede okuduğunu, kimden, ne zaman ders aldığını bile yok. Kendi de hiç bahsetmezdi. Soranlara sadece “Hak yolunda yürürüz. Rabbim, yardımcımız olsun” derdi...

Yıl, 1387. Ankara'nın adı o zaman Engürü idi. Engürü'de Kara Medrese adında bir medrese vardı. Gerçi büyüklüğü orta karardı ama, o yıl yetmez oldu. Çünkü, bu medresede ders okutmaya başlayan genç alimin tatlı dilini, hoş sohbetini, derin bilgisini kim, duyduysa koşmuştu. Bu genç âlim, Solfasollu Numan'dan başkası değildi. Cevabına dudak büktüğü sual yoktu. Şöhretten, itibardan yana ne gerekse bulmuştu. Ama bir hoştu içi.

Zaman, zaman gönlü bulanır, dünya gözünde küçülür, yaşamak anlamsız, hattâ bir hiç oluverirdi. Kayseri'den gelen Şeyh Şuca-i Karamanî ile işte böyle bir gününde karşılaştı. Karamanî ona, Somuncu Baba adıyla çok ünlü, şeyh Hamit Hamideddin'den bir davet getirmişti. “Mürşidimiz seni ister” diyordu. “Akıl ve bilgi yolu güzel yoldur” diye buyurdu.

Bir gece önce gördüğü rüya doğru çıkmıştı. Medresede bunca talebeyi topladı. Hepsiyle ayrı ayrı helalleşti. O gece yola koyuldular. Büyük mürşitlerin, büyük müritlerle nasıl buluştuğu, neler konuştuğu daima “sır”dır. Numan'ın, Şeyh Hamideddin ile görüşmesi de sır oldu.

O günden sonra, Solfasollu Numan ile Şeyh Hamideddin hiç ayrılmadılar. Diyar diyar beraber dolaştılar. Hicaz'a da beraber gittiler. Solfasollu Numan okuyor, derinleşiyor, öğrendikçe, bildikleri bir katre gibi küçülüyordu gözünde.

Nihayet, hocası şeyh Hamideddin'i Aksaray'da toprağa verdiği gün, içinde bir alevin parladığını hissetti. İşte, asıl kişiliğini o gün buldu. Hacı Bayram Velî'nin işte o gün erdiği söylenir:

Artık gürül gürül çağlayan bir pınar gibi, tasavvuf denizine dökülecekti. Aksaray'dan, tekrar Engürü'ye döndü. Doğruca Kara Medrese'ye gitti. Geldiğini kim duyduysa koşuyor, hüngür hüngür ağlıyordu. Onun etrafında kendiliğinden ünlü bir tarikat doğdu. Adına Bayramiye tarikatı dediler. Numan adı unutuldu. Herkes onu Hacı Bayram Velî olarak tanıdı, bildi.

İlk sosyal adaleti o getirmişti. Müritlerinin hepsi iş, güç sahibiydiler. İşsiz güçsüzleri tarikata almazdı. Bayramiye tarikatına girebilmek için mutlaka çalışmak, kısmetini alın terinde aramak şarttı. Ankara'da güzel bir âdet yaratmıştı. Sık sık dervişlerini toplar; önde Bayramiye alemi, arkada kudümlerle çarşı pazar dolaşırdı. Esnaf, karınca kararınca, dervişlerin sırtına asılı keşküllere para atardı. Hacı Bayram Velî, toplanan bu parayla hastalara, sakatlara bakar, yetimlerin yüzünü güldürürdü.

Bayramiye tarikatı bir çığ gibi büyürken, II. Sultan Murat'ı endişeye düşürdü. Araya fitne girmişti. “Yakalayın, getirin” diye ferman buyurdu. Bu ferman, Hacı Bayram Velî'nin içine doğmuştu. Sarayın adamları Ankara'ya yaklaşırken, onları yolda karşıladı. Bir hışımla gelenler, nur yüzlü bu muhterem dedenin karşısında, âdeta bir türbe mumu gibi eridiler. Ellerine sarılıp öptüler. “Varalım, Hünkâr'a haber edelim. Sen gazaba uğrayacak kişi olamazsın” dediler. Ancak o, başını salladı. “Hayır” dedi “Ferman, fermandır. Gidelim...”

II. Sultan Murat da, onu görür görmez işlediği hatayı anladı. Gazaba gelmek şöyle dursun, baş köşeye buyur etti. Hacı Bayram Veli, o günden sonra nice ulemanın da hocası oldu, Bunların arasında Fatih Sultan Mehmet'i yetiştiren Akşemseddinde vardı.

Evliyalar babası, yaşlanınca, Ankara'da dergâhına kapandı. 1436 yılında orada vefat etti. Her gün pek çok kişinin ziyaret ettiği türbesi Ankara'dadır.

Hacı Bayram Velî'nin Türkçe divanı, bugüne değin elimize geçmiş değildir. Onun ancak birkaç şiiri bilinmektedir. Bu şiirlerinden biri şöyledir:

N'oldu bu gönlüm, n'oldu bu gönlüm
Derd-ü gam ile doldu bu gönlüm.
Yandı bu gönlüm, yandı bu gönlüm,
Yanmada derman buldu bu gönlüm.
Yan ey gönül yan, yan ey gönül yan,
Yanmadan oldu derdime derman.
Pervane gibi, pervane gibi
Şem'ine aşkın yandı bu gönlüm.
Gerçi ki yandı, gerçi ki yandı
Rengine aşkın cümle boyandı.
Kendinde buldu, kendinde buldu
Mâtlubunu hoş buldu bu gönlüm.
“Bayram'ın imdi, Bayram'ın imdi,
Bayram ederler yar ile şimdi
Hamd-ü senâlar, Hamd-ü senâlar
Yar ile bayram kıldı bu gönlüm.
Hacı Bayram Velî'ye göre; olgun insan, gerçek insan, kendi benliğinden sıyrılmalıydı. İnsanın, bütün varlık türlerinin özünde Allah’ı görmesi, her şeyden önce de kendini bilmesi gerekirdi. Kendini bilen Allah’ı bilirdi.

Bir şiirinde şöyle diyordu:
Bilmek istersen seni,
Can içre ara canı
Geç canından bul anı
Sen seni bil, sen seni ..
Kim bildi ef'alini
O1 bildi sıfatını,
Anda gördü zâtını
Sen seni bil, sen seni..
Bayram özünü bildi
Bileni anda buldu
Bulan ol kendi oldu
Sen seni bil, sen seni..
CF TEAM is offline CF TEAM isimli üyenin yazdığı bu Mesajı değerlendirin.   Alıntı ile Cevapla
Alt 09-17-2008   #54
Profil
Üye
Avatar Yok
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Bulunduğu yer: De_Dust 2
Yaş: 30
Mesajlar: 252
Üye No: 17577

Seviye: 14 [♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥]
Canlılık: 0 / 346
Çekicilik: 84 / 16785
Tecrübe: 84

Teşekkür

Teşekkürler: 0
0 Mesajina 0 Tesekkür Aldi
Rep
Rep Puanı : 11
Rep Gücü : 17
İtibar :
CF TEAM is on a distinguished road
CF TEAM - İCQ üzeri Mesaj gönder CF TEAM - AİM üzeri Mesaj gönder CF TEAM - MSN üzeri Mesaj gönder CF TEAM - YAHOO üzeri Mesaj gönder
Standart

HACI İLBEY


Türkler kısa bir zamanda, Marmara kıyılarını baştanbaşa fethedince bu kıyılardan gözlerini Avrupa kıtasına diktiler. Selçuklular zamanında Anadolu’nun birliğini tehdit eden haçlı orduları bu kıtadan gelmişlerdi. Bu haçlı orduları tam dört defa Anadolu’ya geçerek, Türk topraklarını kana boyamışlardı. Eğer Türk kahramanı Kılıçaslan olmasaydı Avrupalı Hıristiyanlar Anadolu’nun her bölgesine yerleşeceklerdi.

İşte bu sebepledir ki Türklerin, Anadolu’nun birliğini sağlamak için Rumeli topraklarına geçerek, bir sınır teşkil etmeleri gerekiyordu. Bursa dolaylarında yeni kurulmuş olan Osmanlı devleti, bu bölgeleri emniyet altına almadan büyük ve kuvvetli bir imparatorluk haline gelemezdi. Bunun değerini iyi bilen atalarımız Avrupa kıtasına gözlerini diktiler. Bu gayenin gerçekleşmesi için Orhan Gazi, oğlu Süleyman Paşa’yı Rumeli’nin fethine memur etti.

Süleyman Paşa kumandasındaki Türk kuvvetleri Gelibolu yarımadasına çıkarak Avrupa topraklarına ayak bastılar. Edirne dolaylarına kadar bu araziyi Türk hakimiyetine soktular. Fakat Süleyman Paşa avlanırken atından düşerek vefat etti. Bunun üzerine Rumeli’ndeki kuvvetlerin başına Hacı İlbey ile Evrenos Gazi tayin edildiler. Diğer küçük kıtaların kumandanları da Aksungur. Ecebey, Kara Demirtaş Paşa, Kızıloğlan, Balabancıkoğlu, Gazi Fazıl Beylerdi.

Bu kahramanlar, kuvvetlerinin başında Doğu Trakya’nın şehirlerini teker teker fethetmeye başladılar. Fakat bu kumandaların en zekisi Hacı İlbey’di.

Hacı İlbey, Balıkesir’de 1305 yılında doğmuştur. Babası Karesi Beylerinden biriydi. Hacı El, Karesi Beyi Dursun Beyin emirlerindendi. Hacca giderek hacı olmuştu. Orhan Gazi zamanında Karesi Osmanlılara geçince, bu vilayetin valiliğine oğlu Süleyman Paşayı tayin etti. Bu zaman Evrenos Gazi ile Hacı İlbey de onun maiyetine girdiler. Süleyman Paşa ile Rumeli’ne geçtiler.

Murat Hüdavendigar tahta çıkınca, Hacı İlbey’i Rumeli’ne kumandan tayin etti. Hacı İlbey’in ilk işi Dimetoka’yı fethetmek oldu. Bundan sonra sırasıyla İskeçe, Kavala, Drama, Yenice, Dedeağaç ve Serez şehirlerini fethetti. Batı Trakya’nın fethinde Türk yiğitleri kanlarını dökerek bu toprakları Anavatana kattılar.

Bu bölgeler fetholununca Murat Hüdavendigar, Anadolu’dan bir çok Türk aşiretlerini Rumeli’ne gönderip, buralara yerleştirdi. Bu başarıları gören Murat Hüdavendigar, bu defa Hacı İlbey’e, Lala Şahin Paşa’ya, Kutlu Bey’e, Sarıca Paşa’ya, Kutlu Boğa’ya, Ayne Bey’e, Paşa Yiğit’e ve Firuz Bey’e, yeni kuvvetler vererek fetihleri genişletmeleri için emir verdi.

Hacı İlbey, kuvvetlerini alarak Edirne şehrini fethetti. Doğu Trakya’nın en önemli şehri elimize geçince Murat Hüdavendigar, hükümet merkezini Bursa’dan Edirne’ye nakletti. Bundan sonra Kırklareli, Tekirdağ, Çorlu ve Lüleburgaz Türk topraklarına tamamen katıldı. Akıncı müfrezeleri de Bulgaristan’a girerek Filibe’yi aldılar.

Osmanlı Türklerinin Avrupa kıtasında baş döndürücü bir şekilde fetihlerde bulunduklarını gören Balkan devletleri ve bilhassa Bizanslılar dehşete düştüler. Bu devletler Avrupalılara müracaatta bulundular. Bilhassa Bizans İmparatoru, Papa V. Urban’a müracaat ederek yardım istedi.

Anadolu Selçuklularına karşı büyük haçlı seferleri yapmış olan Hıristiyanlar, bu defa da Osmanlı Türklerine karşı büyük bir haçlı seferi tertip ettiler. Bu haçlı seferine Macarlar, Bulgarlar, Sırplar ve Ulahlar katıldılar. Bulgarların başında kralları Şişman, Romenlerin başında kralları Mirçe, Macarların başlarında kralları Layoş, Sırpların başında ise kralları Urus bulunmaktaydı. Altmış bin kişilik bir kuvvet, Sofya Ovası’nda toplandı.

O zamanlar Murat Hüdavendigar, Lala Şahin Paşa’yı Rumeli Beylerbeyi tayin etmişti. Lala Şahin Paşa, bu muazzam kuvvetin karşısında telaşa düştü. Bursa’ya haber salarak , Padişahtan yardımcı kuvvet istedi. Anadolu’da bir ordu hazırlandı. Fakat Venedikliler Çanakkale Boğazını kapattıklarından bu ordu Avrupa yakasına geçemedi. Fakat Lala Şahin Paşa, çok zeki ve tecrübeli olan Hacı İlbey’i on bin kişilik bir kuvvetle keşfe gönderdi.

Hacı İlbey, yürüyüşünü gizlemek suretiyle harekata devam etti. Gündüzleri ormanda uyuyorlar, geceleri ise yol alıyorlardı. Haçlı ordusu ise Filibe’den kalkıp, Meriç Nehrinin civarında bulunan bir ovaya karargahlarını kurdular. Bu müttefik Haçlı kuvvetleri, Türkleri Rumeli’den attıktan sonra Kudüs’e gidecekler ve orayı zaptedeceklerdi. İşte bu derece kendilerine güveniyorlardı.

Ancak karşılarında bir Türk ordusu bulunduğunu hiç düşünmüyorlardı. Askerlikte acemi ve bir birini tanımayan bir ordu, hiçbir emniyet tertibatı almadan karargah kurmuşlardı. Bu hal ise ordu için en büyük bir tehlike idi.

Hacı İlbey on bin kişilik kuvvetiyle sessizce karargahın civarında bulunan bir ormanda gizlendi. Akşam olunca düşman ordusu güvenli olarak içmeye ve zevke daldılar. Filibe bağlarının üzümünden yapılmış şarapları içiyorlar, raks ediyorlardı. Düşman karargahı adeta bir düğün evine dönmüştü. Gece yarısına doğru hepsi sarhoş olup, bir köşeye sızmışlardı.

Düşmanın bu halini gözleyen Hacı İlbey her şeyin kıvamında olduğunu görerek askerlerini taarruza hazırladı Gün doğmaya iki saat kala mehter takımına gürültülü bir hava çaldırdı. Gecenin karanlığında ormanın sessizliği içinde zurnalar ve davulların sesleri ortalığı bir velveleye verdi. Sanki düşman karargahını periler, cinler basmıştı. Bundan sonra bütün askerler hep bir ağızdan tekbir getirmeye başladılar. Bu korkunç sesleri duyan düşman askerleri silahlarına sarıldılar. Her milletin askeri çeşit çeşit elbise ve serpuş giydiklerinden birbirlerini tanımıyorlar, karşılarına gelenleri Türk zannederek kılıç sallıyorlar, birbirlerini öldürüyorlardı.

Bu hal devam ederken Türk askerleri ne tek bir silah attılar, ne de yerlerinden kımıldadılar. 60,000 kişilik düşman ordusu birbirini yiyip bitirdiler. Bu manzarayı Türk askerleri ormandan seyrediyorlardı.

Bu olay Hacı İlbey gibi bir askerî dehanın yeni bir harp taktiği olmuştu. O güne kadar tarihte bu şekilde bir zafer kazanılmamıştı. Düşmandan canını kurtaranlar kendilerini nehre atarak, suların içinde boğuldular. Macar Kralı kaçmaya muvaffak oldu. Kral, bu harpten o derece korkmuş olacaktı ki, memleketine gider gitmez dostlarına, “kurtuluşumu boynumda asılı olan Meryem Ana resmine borçluyum” dedi. Ve bu korkusuna işaret olmak üzere bir de kilise yaptırdı. Aynı şekilde diğer milletlerin kralları da kaçmak suretiyle canlarını kurtardılar. Altmış bin kişilik bir ordu bir Türk dehası karşısında eriyip gitti. Türkler bu harbe “Sırp Sındığı” adını verdiler. Savaş 1363 yılında Türklerin zaferi ile sona erdi. Bu savaştan sonra, Türklerin eline ganimet olarak birçok silah, çadır vesaire gibi şeyler geçti. Sırp Sındığı zaferi üzerine Türk yurdunun her tarafında şenlikler yapıldı.

Hacı İlbey, Türk Milletinin zekasını dünyaya tanıtan bir destan yazdı. Fakat bu eşsiz kahramanın bu başarılarını çekemeyen Lala Şahin Paşa, onu 1363’te zehirletmek suretiyle öldürttü.
CF TEAM is offline CF TEAM isimli üyenin yazdığı bu Mesajı değerlendirin.   Alıntı ile Cevapla
Alt 09-17-2008   #55
Profil
Üye
Avatar Yok
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Bulunduğu yer: De_Dust 2
Yaş: 30
Mesajlar: 252
Üye No: 17577

Seviye: 14 [♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥]
Canlılık: 0 / 346
Çekicilik: 84 / 16785
Tecrübe: 84

Teşekkür

Teşekkürler: 0
0 Mesajina 0 Tesekkür Aldi
Rep
Rep Puanı : 11
Rep Gücü : 17
İtibar :
CF TEAM is on a distinguished road
CF TEAM - İCQ üzeri Mesaj gönder CF TEAM - AİM üzeri Mesaj gönder CF TEAM - MSN üzeri Mesaj gönder CF TEAM - YAHOO üzeri Mesaj gönder
Standart

Haydar ALİYEV


HALKINA ADANMIŞ BİR HAYAT
10 Mayıs 1923'de Nahcivan'da bir işçi ailesinin çocuğu olarak doğdu. Azerbeyacan Devlet Üniversitesi Tarih bölümünden mezun oldu. 1941-1944 yılları arasında Nahcivan Otonom Cumhuriyeti'de önemli mevkiler işgal etti. 1944'den sonra Devlet Güvenlik Komitesi'de (KGB) çalıştı. 1967-1969'da Komite başkanı oldu. Devlet Güvenlik Komitesi'de bu göreve gelen ve rütbesi generalliğe yükseltilen ilk Azeri'dir.

Haziran 1969'da Azerbaycan Komünist Partisi Merkez Komitesi Birinci sekreterliğine seçildi. 1982 yılına kadar bu görevde kaldı. Bu ondört yıl ülkenin ekonomik ve kültürel kalkınmasında unutulmaz yıllardır.

1982 yılında Sovyetler Birliği Başbakanlık birinci yardımclığına geldi. 1987'ye kadar bu görevde kaldı. Aynı zamanda Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesi oldu. Yirmi yıl süren Sovyetler Birliği Parlamento üyeliğinin son beş yılını parlamento başkan yardımcısı olarak geçirdi.

1990'da Azerbaycan ayaklanması sonucundaki Sovyet müdahelesini kınadı ve suçluların cezalandırılmasını talep etti. Daha sonra Komünist Partisi'nde istifa etti. Bunun sebebi Ocak 1990'daki katliamın sorumlularının cezalandırılması talebinin reddedilmesiydi.
Bu arada Haydar Aliyev Azerbaycan milletvekili oldu. 1991-1993 yılları arasında Nahçivan Otonom Cumhuriyeti Meclis başkanı oldu, aynı zamanda milletvekilliği devam etti. Haziran 1993'de ülke iç savaşın eşiğinde iken ülkeyi normale döndürmesi için Bakü'ye resmi olarak davet edildi.

15 Haziran 1993'de Azerbaycan Yüksek Konseyi başkanlığına seçildi, hemen sonra Milli Meclis'in kararı ile cumhurbaşkanı seçildi. Bu dönemdeki akıllıca kararları ile iç savaşı önledi ve Azerbaycan birliğini sağladı.
CF TEAM is offline CF TEAM isimli üyenin yazdığı bu Mesajı değerlendirin.   Alıntı ile Cevapla
Alt 09-17-2008   #56
Profil
Üye
Avatar Yok
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Bulunduğu yer: De_Dust 2
Yaş: 30
Mesajlar: 252
Üye No: 17577

Seviye: 14 [♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥]
Canlılık: 0 / 346
Çekicilik: 84 / 16785
Tecrübe: 84

Teşekkür

Teşekkürler: 0
0 Mesajina 0 Tesekkür Aldi
Rep
Rep Puanı : 11
Rep Gücü : 17
İtibar :
CF TEAM is on a distinguished road
CF TEAM - İCQ üzeri Mesaj gönder CF TEAM - AİM üzeri Mesaj gönder CF TEAM - MSN üzeri Mesaj gönder CF TEAM - YAHOO üzeri Mesaj gönder
Standart

HALİDE EDİP ADIVAR


1884 yılında İstanbul'da doğdu. Üsküdar Amerikan Kız Kolejini bitirdikten sonra Rıza Tevfik, Salih Zeki gibi şöhretlerden felsefe, sosyoloji ve matematik dersleri aldı. Çeşitli okullarda öğretmenlik, müfettişlik yaptı. Üniversitede Batı Edebiyatı dersleri verdi. Anadolu hareketlerine katıldı. Onbaşı ve çavuş oldu. İkinci kocası Dr. Adnan Adıvar'la Amerika'ya gitti. Onbeş sene gurbette dolaştı. 1964 yılında 80 yaşında vefat etti.

Halide Edip, kendisine öğretmenlik yapmış olan Matematikçi Salih Zeki Bey'le evlenmişti. İlk yazıIarı “nesir-şiir” halindedir. İlk romanları basit, biyografi romanlarıdır. Kadın ruhunu Handan’da çok iyi anlatır. Kalb Ağrısı, Zeynonun Oğlu, Mev'ut Hüküm bu tipte eserlerdir. Daha sonra, Kurtuluş Savaşıyla ilgili Vurun Kahpeye, Ateşten Gömlek gibi sosyal amaçlı ve Ziya Gökalp'ın fikirleriyle yoğrulmuş Yeni Turan gibi romanlar da yazmıştır.

Mütareke yıllarında, Sultanahmet Meydanı'ndaki Kadınlar Birliği'nin tertiplediği büyük mitingte söylediği heyecanlı nutukla halkın içine kurtuluş uğrunda savaş ateşini salmıştı. Bunu hem Sinekli Bakkal romanında, hem Türkün Ateşle İmtihanı adlı hatıralarında gayet canlı bir dille anltmıştır.

Oysa Halide Edip o sıralarda Türkiye'yi Amerika koruyucu1uğu altına sokacak bir “manda” yönetimi taraflısıydı. AnadoIu'ya katıldıktan sonra bu fikirleri değişmiş ve Atatürk'ün yakınlığı ona gerçekleri göstermiştir.
Ancak, Adnan Adıvarla evlendikten sonra, cumhuriyetin ilk devirlerinde yapılanları beğenmedikleri, ve Atatürk'e söz geçiremedikleri için yurt dışına çıktılar. On beş yıl, Avrupa ve Amerika'da, Türk devrimlerini tanıtacak konferanslar, dersler verdiler. Ne var ki, bunların hepsi de gerçekten övücü ve tanıtıcı olmadığı için memlekete ancak Atatürk'ün ölümünden sonra dönebildiler.

Yurt dışındaki çalışmalarının en güzel ürünü, Londra'da yayınlanan The Daughter of the Clown (Soytarının Kızı) adlı romanı oldu. Daha sonra da eseri genişleterek Sinekli Bakkal adylı Türkçe olarak yazdı. Bu eser, YakupKadri Karaosmanoğlu'nun Kiralık Konak’la başlattığı çevre romanı tarzının dilimizde en başarılı örneğidir.
Halide Edip Adıvar; edebiyatımızda ilk opera librettosu yazan kadın sanatçıdır. 1918'de yayınlanan ve Hazret-i Yusuf hikâyesini konu edinen “Ken'an Çobanları”, daha sonra bestelenmiştir.

Hikâye ve romanlarının en önemli nitelikleri heyecanlı, sürükleyici bir üslupla yazılması, gözlemlerinin gerçekçi ve doğru olması ve kompozisyon sağlamlığıdır. Kadın karakterleri birbirine benzer. Hep aynı kuvvetli kişiliği olan kadını ele almıştır ki bu da tamamiyle kendisinin portresidir. Yalnız üslubu oldukça düzensizdir. Yazdıklarını bir daha okumadığını, kendisi söylemektedir.

Daha 1918'de, Ruşen Eşref Unaydın'ın “Diyorlar ki” isimli anketine verdiği cevaplarda Fazıl Ahmet Aykaç, onun için şu doğru teşhisi koyuyordu:
“Halide Hanım, sizi vaat ettiği güzel bir manzaranın karşısına götürüyor. Fakat oraya kadar ayaklarınız ve ayakkabılarınız sağlamsa yürüyebilirsiniz. Çünkü yol o kadar taşlı, o kadar çapraşık, o kadar dikenli ki. Üslup gayet karışık, fakat arkasında yeni, uyanık bir ruh var. Nasıl söyleyeyim? Halide Hanım'ın kitapları lezzetli, ama kılçığı bol bir sardalya gibidir.”
Yazarın burada söylediği o “yeni ruh”, gerçekte, o zamana kadar Fransız romanı tahlilciliğine alışmış olan edebiyatımıza, ruh tahlillerini yansıdıkları olaylarda gösteren Anglo-Amerikan roman tekniğinin tatbik edilmiş olmasıydı. Eğitiminin doğal bir sonucu olarak, Halide Edip Adıvar, bizde bu çığırı ilk deneyen sanatçıdır.Halide Edip Adıvar, ikinci eşi Dr. Adnan Adıvar ile birlikte, 1926-1939 yılları arasında İngiltere ve Fransa'da yaşamıştır. Bu arada, Amerika'ya davet edilerek, Amerika'nın başlıca üniversitelerinde Yakın Şark Fikir Tarihi’ne dair konferanslar vermiş, hatta 1931-1932 yılları arasında, Columbia Üniversitesi'nde misafir profesör olarak dersler vermiştir.
1935'te de Hindistan'da Delhi Üniversitesi'ne misafir profesör olarak davet edilmiş, Kalküta, Benares, Haydarabat, Aligar, Lahor ve Peşaver üniversitelerindeki konferansları büyük ilgi uyandırmıştır. Gerek Amerika'da, gerekse Hindistan'daki konferansları, üniversiteler tarafından kitap halinde bastırılan büyük edip, 1939'da İstanbul'a dönmüş, ertesi yıl da Edebiyat Fakültesi'nde İngiliz Edebiyatı Kürsüsü'nün başına geçmiştir.
Halide Edip, 1942'de Sinekli Bakkal’la CHP Roman Ödülü'nü kazanmıştı. Eserlerinden Ateşten Gömlek 1923 ve 1949'da iki defa (Aktris Bedia Müvahhit, ilk defa bu filmde sinemaya başlamıştır), Vurun Kahpeye 1949 ve 1955'te, Yolpalas Cinayeti 1956'da, Sinekli Bakkal 1967'de filme alınmıştır. Bu son eser, 1968 yılına kadar yirmi altı defa basılarak rekor kırmıştır. Öte yandan, Sinekli Bakkal romanının İngilizce'ye, Norveç ve Felemenk dillerine çevirileri de, batı ülkelerinde büyük ilgi uyandırmış, takdirle okunmuştur.
CF TEAM is offline CF TEAM isimli üyenin yazdığı bu Mesajı değerlendirin.   Alıntı ile Cevapla
Alt 09-17-2008   #57
Profil
Üye
Avatar Yok
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Bulunduğu yer: De_Dust 2
Yaş: 30
Mesajlar: 252
Üye No: 17577

Seviye: 14 [♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥]
Canlılık: 0 / 346
Çekicilik: 84 / 16785
Tecrübe: 84

Teşekkür

Teşekkürler: 0
0 Mesajina 0 Tesekkür Aldi
Rep
Rep Puanı : 11
Rep Gücü : 17
İtibar :
CF TEAM is on a distinguished road
CF TEAM - İCQ üzeri Mesaj gönder CF TEAM - AİM üzeri Mesaj gönder CF TEAM - MSN üzeri Mesaj gönder CF TEAM - YAHOO üzeri Mesaj gönder
Standart

HOCA İSHAK EFENDİ


Hoca İshak Efendi, Yanya’nın Narda kasabasında doğdu. Doğduğu yıl kesin olarak belli değildir. 1834 yılında öldü.

Hoca İshak Efendi, XIX. yüzyıl başlarında memlekete teknik bilgilerin yayılmasında büyük hizmetleri olmuş bir Türk bilginidir.

Hoca İshak, yüksek bir öğrenim ve eğitim içinde yetişti. Güçlü bir zekası ve hafıza gücü vardı. Matematiğe ve dile karşı yeteneği büyüktü. Türkçe, Arapça, Farsça, Yunanca, Fransızca, Lâtince ve İbranice dillerini çok iyi biliyordu.

1815 yılında Mühendishane’ye hoca oldu. Divanı Hümayun tercümanlığı ve benzeri devlet görevlerinde bulundu. Ancak onun en büyük hizmeti, memlekette teknik bilgilerin yayılmasına çalışmasıdır. Teknik alanda on bir kadar eser yazdı. En önemli eseri Mecmua-i Ulûm-u Riyâziye adlı dört ciltlik matematik kitabıdır. Diğer eserleri fizik, kimya, geometri ve istihkâm bilgileri üzerinedir. Birçok kimya ve fizik terimlerini kendisi icat etmiştir.

Mühendishane’de ve Tophane’de yapılan silâh ve mermileri, çeşitli yerlerde yapılan bina ve istihkâmları kontrol edip onlara yeni yönler vermekle Hoca İshak’ın memlekete büyük hizmetleri oldu. Çalışmayı çok sever ve memlekete yeni bilgilerin ve düşüncelerin gelmesini çok isteyen bir insandı. Hoca İshak Efendi’nin memleketin teknik tarihinde çok önemli bir yeri vardır
CF TEAM is offline CF TEAM isimli üyenin yazdığı bu Mesajı değerlendirin.   Alıntı ile Cevapla
Alt 09-17-2008   #58
Profil
Üye
Avatar Yok
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Bulunduğu yer: De_Dust 2
Yaş: 30
Mesajlar: 252
Üye No: 17577

Seviye: 14 [♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥]
Canlılık: 0 / 346
Çekicilik: 84 / 16785
Tecrübe: 84

Teşekkür

Teşekkürler: 0
0 Mesajina 0 Tesekkür Aldi
Rep
Rep Puanı : 11
Rep Gücü : 17
İtibar :
CF TEAM is on a distinguished road
CF TEAM - İCQ üzeri Mesaj gönder CF TEAM - AİM üzeri Mesaj gönder CF TEAM - MSN üzeri Mesaj gönder CF TEAM - YAHOO üzeri Mesaj gönder
Standart

ITRÎ


Klâsik Türk müziğini kubbe kubbe coşturan, yücelten, ilâhî bir ses, bir nefes olup gönülleri büyüleyen büyük Türk bestekârı Itrî'yi saygıyla anmak gerek...
Bayram Tekbîri ve Salât-ı Ümmiye’siyle minarelerden kandil kandil yere yağan, Na’t-ı Mevlâna'sıyla Mevlâna misali âşık olan, âşkla dolan büyük müzisyen Itrî, yarattığı şaheserlerle, daha çok kitaplarda değil, Türk Milletinin gönlünde ve dilinde yaşamıştır. Bu yüzden doğduğu yıl kesin olarak bilinemiyor.
XVII. yüzyılın ortalarında, yaklaşık olarak 1640 yıllarında, İstanbul’da Yenikapı Mevlevihanesi yakınında, Yayla diye anılan semtte doğdu. Asıl adı Mustafa olup Itrî mahlasını şiirlerinde kullanmıştır. Mustafa, zengin ve kibar bir aileden gelir. Müziğe karşı büyük bir aşkı vardı.
Genç yaşındayken iyi bir öğrenim görerek, zamanın konservetuarları sayılan mevlevîhanelere devam ederek mevlevî olmuş, devrin müzik ustalarından ders almıştır. Bu ustaların başında, büyük bestekâr, Tanburî Hafız Post da vardır.
Itrî'nin ney üflediğine ve Galata Mevlevîhanesinde bir süre neyzenbaşılık yaptığına dair bir hikâye vardır.

Buna göre:
Sultan IV. Mehmed zamanında, İstanbul Galata Mevlevîhanesine Derviş Çelebi, şeyh olarak tayin edilir. Geleneklere uyularak şeyhin posta oturacağı gün, mukabele denen büyük bir ayin düzenlenir. Ayinden önce, dergâh şeyhini tebrik için gelenler, değerli hediyeler de getirirler. Ayinin yapılacağı “Semâhane” bu hediyelerle dolup taşar. Ayin başlamak üzeredir, derken kapıdan soluk soluğa, saz gibi sararmış, boynu büyük, fakir genç bir derviş girer. Herkesin gözü bu dervişe takılır. (Bu da kim?...) diye birbirlerine bakışırlar. Derviş, ince bir tevazu ve edeple, şeyhin elini öper, sonra da koynundan bir ney çıkararak:

¤ Bu neyden başka dünyalığım yok. Bu niyâzımı bir hediye olarak kabul buyurunuz efendim. der ve şeyhe uzatır. Şeyh, neyi alır, öper, dervişe sorar :
¤ Adın nedir senin?
¤ Derviş Mustafa kulunuzum. Itrî de derler.
¤ Bu ney senin mi?
¤ Eyvallah!
¤ Üfler misin?
¤ Eyvallah...!

Itrî ney'ini üflemeğe başlar. Birdenbire sesler susar, tüm davetliler kulak kesilir neye... Bu bir ses, bir nefes değil, yürekten dökülen âşk nağmeleri... Itrî üfledikçe coşar, coşturur, ney inledikçe hıçkırıklar artar, gönüller düğüm düğüm çözülür, koca salonda çıt çıkmaz. Neden sonra Itrî'nin artık nefesi tükenmiştir. Başı şeyhin dizlerine düşer. Şeyh, onu alnından öperek, ayağa kaldırır.

¤ Biz postun bahtında, sen dostun gönül tahtında oturuyorsun. Tanrı âşk derdini arttırsın. Aferin Itrî... diye iltifatlar eder.
Itrî, o günden sonra, bir süre dergâhın neyzenbaşısı olarak, Naat-ı Mevlâna'yı burada besteler.

Itrî, aynı zamanda üstad bir şairdir. Şiirlerini bir arada toplıyan Divân'ı ele geçmemiş ise de; dağınık şiirlerinden bu konuda oldukça ileri olduğu anlaşılmaktadır.
Devrin padişahı Sultan IV. Mehmed, Kırım Hanı Gazi Selim Giray, Itrî'yi takdir eden, onu sarayına alan devlet büyükleri arasında gelir.
Osmanlı Sarayındaki fasıllara katılan Itrî'nin binden fazla eseri olduğu söylenirse de, bugün bunlardan ne yazık ki, çok azı elimizdedir. Dinî eserleri arasında Bayram Tekbiri gerçek bir şaheser olarak, Türkiye sınırlarından taşmış, İslâm memleketlerinde de okunmuştur. Her mevlevî ayininin başında okunan rast makamındaki Naat-ı Mevlâna ise ölümsüz eserlerinden biri olmuş, üç yüz yıldan beri okuna gelmiştir. Dindışı eserleri arasında çeşitli besteleri fasıllarda baş tacı edilmiş, Türk müziğinin çiçekli bahçesi olarak tanımlanmıştır. Güftesi Nef-î'nin olan:

“Tûtî-i Mû'cize-gûyem, ne desem lâf değil...” adlı segâh yürük semâîsi, yine güftesi Nâbi'nin olan:
“Gel ey nesîm-i sabâ, hatt-ı yardan ne haber...” adlı İsfahan zencîr bestesi ve daha otuzdan fazla bestesi ile Itrî, sözde ve sazda, Klâsik Türk Müziği’nin zirvesine çıkmış, adını anıtlaştırmıştır.

Itrî müzikten başka bahçe ve meyveye de meraklı idi. Tabiatı seviyordu. Bahçesinde o zamana kadar görülmemiş çiçekler ve meyveler yetiştiriyor, yeni cinslerde yeni renkler, yeni lezzetler ve yeni rayihalar vücuda getirmek istiyordu. İstanbul’un ünlü “Mustabey Armudu”nu ilk defa Itrî yetiştirdi.
Itrî'nin doğum tarihi kesin olarak bilinemiyorsa da, ölüm tarihi kesindir. Yetmiş yaşına doğru, 1712 yılı Ocak ayında İstanbul'da ölmüş, Yeni Kapı Mevlevihanesi dışına gömülmüştür. Mezarının yeri de kesin olarak bilinememektedir.
CF TEAM is offline CF TEAM isimli üyenin yazdığı bu Mesajı değerlendirin.   Alıntı ile Cevapla
Alt 09-17-2008   #59
Profil
Üye
Avatar Yok
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Bulunduğu yer: De_Dust 2
Yaş: 30
Mesajlar: 252
Üye No: 17577

Seviye: 14 [♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥]
Canlılık: 0 / 346
Çekicilik: 84 / 16785
Tecrübe: 84

Teşekkür

Teşekkürler: 0
0 Mesajina 0 Tesekkür Aldi
Rep
Rep Puanı : 11
Rep Gücü : 17
İtibar :
CF TEAM is on a distinguished road
CF TEAM - İCQ üzeri Mesaj gönder CF TEAM - AİM üzeri Mesaj gönder CF TEAM - MSN üzeri Mesaj gönder CF TEAM - YAHOO üzeri Mesaj gönder
Standart

İBNİ SİNÂ

Büyük Türk bilginidir. Ailesi Belh'ten gelerek Buhara'ya yerleşmişti. İbni Sinâ, babası Abdullah, maliyeye ait bir görevle Afşan'dayken orada doğdu. Olağanüstü bir zekâ sahibi olduğu için daha 10 yaşındayken Kur‘an-ı Kerim'i ezberledi. 18 yaşında çağının bütün ilimlerini öğrendi. 57 yaşındayken Hemedan'da öldüğü zaman 150'den fazla eser bıraktı. Eserleri Latince’ye ve Almanca’ya çevrilmiş, tıp, kimya ve felsefe alanında Avrupa’ya ışık vermiştir. Onu Latinler “Avicenna” adıyla anarlar ve eski Yunan bilgi ve felsefesinin aktarıcısı olarak görürler.

İbni Sinâ, daha çocukluğunda, çevresini hayrete düşüren bir zekâ ve hafıza örneği göstermiştir. Küçük yaşta çağının bütün, ilimlerini öğrenmişti. Gündüz ve gece okumakla vakit geçirir, mum ışığında saatlerce, çoğu zaman sabahlara kadar çalışırdı. Pek az uyurdu. Kafası öylesine doluydu ki, uyanık iken çözemediği bir takım meseleleri uykusunda çözer ve uyandığı zaman cevaplandırılmış bulurdu.Bir keresinde, Aristo metafiziğini inceliyordu. Defalarca okuduğu halde bir türlü esasını kavrayamamıştı. Buhara çarşısında gezerken sergide bir kitap gördü. Mezat tellâlı, bunu satın almasını, bu sayede birçok meseleyi kolayca halledebileceğini söyledi. Bir mezat tellâlının bildiği kitabı bilememek, İbni Sînâ'ya çok güç geldi. Onun okuma huyunu herkes öğrendiği için, bilhassa kitap satıcıları kendisini tanıyorlardı. İbni Sînâ, kendisine tavsiye edilen Fârabî'nin Aristo'ya ait şerhini satın aldı. Bir defa okumakla, o çözemediği noktaların büyük bir açıklığa kavuştuğunu gördü: “Şükür sana Yârabbi!” diye secdeye kapandı ve Fârabî'nin yolunda fukaralara sadaka dağıttı. Oysa, İbni Sinâ doğduğu zaman Fârabî otuz yaşındaydı ve bu olay geçtiği sırada da hayattaydı.
Buhara Emiri Nuh İbni Mansur’u ağır bir hastalıktan kurtardı ve bu yüzden de Samanoğulları sarayının kütüphenisinde çalışma iznini aldı. Bu sayede pek çok eseri elinin altında bulduğu için vaktini kitap okumak ve yazmakla geçirdi. Hükümdar öldüğü zaman o, henüz yirmi yaşındaydı ve Buhârâ'dan ayrılarak Harzem'e gitti: EI-Bîrûni gibi büyük bir şöhret ve değerin, onun çalışkanlığına, bilgisine değer vermesi, kendisini yanına kabul etmesi, beraber çalışması, hakkında kıskançlığa yol açtı. Bu yüzden takibata bile uğradı. Harzem'de barınamayarak yeniden yollara düştü. Şehirden şehre dolaşarak nihayet Hemedan'a kadar geldi ve orada kalmaya karar verdi.
İbni Sînâ, çoğu fizik, astronomi ve felsefeyle ilgili olarak 150 civarında eser yazmıştı. Farsça olan birkaçı dışında bunların hepsi Arapça'dır. Çünkü o devirde ilim eserlerini Arap diliyle yazmak âdetti. Arapça'ya bu bakımdan değer verilirdi. Bilhassa tıp ilmine dair araştırmaları son derece orijinal ve doğrudur. Bu yüzden doğu ve batı hekimliğine kelimenin tam anlamıyla, 600 yıl, hükmetmiştir. Kendisinden sonra yetişen Gazâli, Fârabî'yi' ondan öğrenmiştir. Düşünce ve anlayış bakımından İbn-i Sina, Farabî ile İmam Gazâlî arasında bir köprü vazifesi görür. Yunan felsefesini İslâm ilmi olan Kelâm ile, yâni Tanrı bilgisiyle bağdaştırmaya uğraşmıştır. Eğer o gelmeseydi, Farabî'nin kurduğu temel Gazâli'nin yorumuyla gelişemeyecek, arada büyük bir boşluk hasıl olacaktı.
Eserleri Batı dillerine Latince yoluyla çevrilerek Avicenna diye şöhrete ulaşan İbni Sinâ, yanlış olarak bir süre Avrupa'da İranlı hekim ve filozof olarak tanınmıştır. Bunun da sebebi, eserlerini Türkçe yazmamış olmasındandır... Bununla beraber, batılılar da kendisini Hâkim-i Tıb, yani hekimlerin piri ve hükümdarı olarak kabul etmişlerdir. 16 yaşındayken pratik hekimliğe başlayan İbni Sinâ, resmî saray doktorluğu da yapmıştır. Ama şöhreti her ne kadar tip ilmiyle ilgiliyse de asıl kişiliği, Ortaçağda uzun süre tartışma konusu olan Tanrı varlığının mutlak bir zorunluluk olduğu konusundaki Kelâm meselelerine getirdiği kesin çözüm yolundan ileri gelmektedir.
Matematik, astronomi, geometri alanlarında geniş araştırmaları vardır. İnsan bilgisinin Tanrıyı ve kâinatı mutlak şekilde anlamaya elverişli olmadığını söylerken, aklın varlığını kabul eder. İnsandan bağımsız bir ruhun varoluşu, İbni Sînâ'ya göre Tanrıdan yansıyan bir delildir. İbni Sînâ, tıp araştırmaları yaparken bazı hastalıkların bulaşmasında göze görünmeyen birtakım yaratıkların etkisi olduğunu, yani mikropların varlığını sezmiş ve bu bilinmeyen mahluklardan eserlerinde sık sık bahsetmiştir. Mikroskobun henüz bilinmediği bir devirde böyle bir yargıya varmak çok ilginçtir.
Şifa adlı eseri bir felsefe ansiklopedisidir. Diğer eserlerine gelince bunlar arasında en tanınmış olanlarından: el-Kanun fi’t-Tıb isimli kitabı tamamen bir tıp ansiklopedisidir. Necât ve İşârât adlı kitapları ve Aristo’nun felsefesini anlatan yirmi ciltlik Kitâbü’l-İnsâf’ı başta gelen eserlerindendir.İbni Sina kimya alanında da çalıştı ve önemli keşiflerde bulundu. Bu hususta Berthelet, kimya ilminin bugünkü hale gelmesinde İbni Sina’nın büyük yardımı olduğunu söyler.Bu çalışmaları ve etkileriyle İbni Sina Doğu ve Batı kültürünü geliştiren büyük bilginlerden biri oldu. Bütün bunlardan başka İbni Sina çok güzel şiirler yazdı. Hatta Türkçe olarak yazmış olduğu şiirler de vardır.
İbni Sina, 1037 tarihinde Hemedan’da mide hastalığından öldü.
İbn-i Sina’nın asıl büyüklüğü doktorluğundadır. Şifâ adındaki 18 ciltlik ansiklopedisi, ismine rağmen tıptan çok matematik, fizik, metafizik, teoloji, ekonomi, siyaset ve musiki konularını içine alır. Onun tıp şaheseri, kısaca Kanûn diye bilinen el-Kanûn Fi’t-Tıb adlı büyük kitabıdır. Eser, fizyoloji, hıfzıssıhha, tedavi ve farmakoloji bahislerine ayrılmıştır. Konular dikkatle incelendiğinde İbn-i Sina’nın bugünkü tıp için bile geçerli olan pek çok ileri görüşleri bulunduğunu; mesela mikroskop olmadığı halde, hastalıkların ‘mikrop’ mefhumuna benzer yaratıklarca meydana getirildiğini sezebildiğini görürüz.
İbn-i Sina’nın Kanûn adlı eseri XII. yüzyılda Latince’ye çevrildi ve Batı tıp aleminde bir patlama tesiri yaptı. Roma’nın Galen’i de, Er Razi’de ilimde eriştikleri tahtlarından indirildiler ve çağın Fransa’sının en meşhur tıp fakülteleri olan Montpellier ve Lauvain Üniversiteleri’nin temel kitabı Kanûn oldu. Durum XVII. yüzyılın ortalarına kadar böyle devam etti ve İbn-i Sina, 700 yıl Avrupa’nın tıp hocası oldu. Altı yüzyıl önce Paris Tıp Fakültesi’nin kütüphanesinde bulunan 9 ana kitabın en başında İbn-i Sina’nın Kanûn’u yer almıştır.
Bugün hala Paris Üniversitesi’nin tıp fakültesi öğrencileri St. Germain Bulvarı yanındaki büyük konferans salonunda toplandıklarında iki Müslüman doktorun duvara asılı büyük boy portresiyle karşılaşırlar. Bu iki portre, İbn-i Sina ve er-Razi’ye aittir.
CF TEAM is offline CF TEAM isimli üyenin yazdığı bu Mesajı değerlendirin.   Alıntı ile Cevapla
Alt 09-17-2008   #60
Profil
Üye
Avatar Yok
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Bulunduğu yer: De_Dust 2
Yaş: 30
Mesajlar: 252
Üye No: 17577

Seviye: 14 [♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥♥ Bé-Yêu ♥]
Canlılık: 0 / 346
Çekicilik: 84 / 16785
Tecrübe: 84

Teşekkür

Teşekkürler: 0
0 Mesajina 0 Tesekkür Aldi
Rep
Rep Puanı : 11
Rep Gücü : 17
İtibar :
CF TEAM is on a distinguished road
CF TEAM - İCQ üzeri Mesaj gönder CF TEAM - AİM üzeri Mesaj gönder CF TEAM - MSN üzeri Mesaj gönder CF TEAM - YAHOO üzeri Mesaj gönder
Standart

ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI


Erzurumlu İbrahim Hakkı 1705 yılında Hasankale'de doğdu. Osman Efendi adlı bir şeyhin oğludur. Babası saygın bir mutasavvıf idi ve İbrahim Hakkı'yı iyi bir eğitimle yetiştirdi.

İbrahim Hakkı olgun bir düşünürdü. Yetmişten fazla eser yazdı. Eserleri arasında en meşhuru olan Marifetname adlı eseri, yaşadığı dönemin bütün bilgilerini kapsayan ansiklopedik özellikte bir eserdir.

Erzurumlu İbrahim Hakkı Marifetname adlı eseriyle insanlara önce çevrelerindeki eşyayı, daha sonra kendilerini ve en sonunda da Tanrıyı bildirmeyi amaçlıyordu. Kitabın içindeki Kıyafetname adlı bölüm ise bir çeşit görgü bilimidir.Erzurumlu İbrahim Hakkı, dar çevresi içinde tasavvufu ve Doğu felsefesini öğrenmişti. O, derin düşüncesiyle cisimlerin birleşmesini, hayatın doğuşunu, cinslerin gelişmesini yepyeni bir görüşle ortaya atmıştı.
Ona göre Tanrı önce "Kendi nurundan bir cevher var edip, andan cemi kainatı tedric ve tertib ile halk etmiştir; buna Cevher-i Evvel denir."

Erzurumlu İbrahim Hakkı'ya göre, bütün varlık küre şeklindedir: "Alemin her ne tarafına nazar olunsa şekli muhaddep görünür." "Arzda ve semada müşahede olunan bütün şekiller yuvarlaktır". Einstein bu görüşü ondan çok daha sonra matematiksel yollardan göstermiştir.İnsanların nazarında çok önemli bir yer işgal eden Marifetname adlı eseri defalarca basılmıştır.

Erzurumlu İbrahim Hakkı 1771 yılında vefat etti.
CF TEAM is offline CF TEAM isimli üyenin yazdığı bu Mesajı değerlendirin.   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Etiketler
buyukleri, dan, turk


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Açık
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 23:01.


Powered by vBulletin® Version 3.8.5
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.