![]() |
#111 |
![]()
SULTAN IV. MURAT
Anarşist ve zorbaları ortadan kaldırmasıyla Osmanlı İmparatorluğunun kaderinde çok önemli bir rol oynayan ve "Bağdat Fatihi" namıyla tarihe geçen Osmanlı padişahıdır. 1612 yılında doğdu. Babası I. Ahmet'tir. 11 yaşında tahta çıktı. 21 yaşında iken, anarşi ve zorbalığın hüküm sürdüğü bir dönemde imparatorluğun idaresini eline aldı. Çok şiddetli önlemlerle devletin düzenini sağladı. Revan seferi ile Tebriz'i aldı. İkinci büyük seferinde ise Bağdat'ı fethetti. IV. Murat 1640 yılında 28 yaşında iken öldü. Osmanlı tahtının on yedinci padişahı olan IV. Murat, 16 yıl 4 ay 8 gün saltanat sürmüştü. Bu müddetin büyük bir kısmı anası Mahpeyker Kösem Sultan'ın niyâbeti altında geçmiş bulunduğundan hakikî saltanat süresi 7 yıl, 9 ay 21 günden ibarettir. Ve bu kısa süre ise Osmanlı tarihinin en renkli olayları ile doludur. Zorbaların tahakkümü altında geçen annesinin naibeliği yıllarından sonra yeniçerilerin Sadrâzam Hâfız Ahmet Paşa'yı gözleri önünde parçalamaları ve ihtilâlin baş teşvikçisi Damat Topal Recep Paşa'yı sadarete getirmeleri IV. Murat'ın sabrını taşıran son damla olmuştu. Ablasının kocası olan Topal Recep Paşa, sırtını zorba yeniçerilere dayadıktan sonra koskoca imparatorluğu çiftlik gibi idare etmeye başlamıştı. O kadar ki, IV. Murat'a "Padişâhım abdest alıp öyle dışarı çıkın" diye tehditlerde bulunacak kadar işi ileri götürmüştü. IV. Murat, eniştesinin sadaretinin üçüncü ayı dolmadan ilk çıkışını yapmak zorunda kaldı. Mağrur Sadrâzama: "Gel beri Topal zorba başı" diye hitâp ettiği anda Recep Paşa onun bakışlarında bir fevkalâdelik olduğunu anlamış ve "Hâşâ pâdişâhım" diye inkâra kalkışacak olmuştu. IV. Murat "Bre kâfir abdest al!" diye kükrediği anda ise sonunun geldiğini anlamıştı. Nitekim padişah arkasındaki zülüflü baltacılara dönüp "Tez başın vurun şu hainin" dediği anda ilmik, Topal Recep Paşanın boğazına geçirilmiş ve oracıkta boğuluvermişti. Bu çıkışı ile idareyi fiilen eline alan IV. Murat, büyük bir zorba avına girişti. Bâzı tarihlere göre, memleketteki düzeni sağlamak için 50 bin kelle vurdurdu, fakat sonuçta asayişi sağlamayı başardı. Benzersiz derecede kuvvetli bir bünyeye sahip olan IV. Murat, spora aşırı düşkünlük ve kabiliyeti ile de ün yapmıştı. Topkapı Sarayı'nda demir bir kapıyı okla delmesi, Timuroğlu Şâhı Cihân'ın, "Kılıç ve kurşun kâr eylemez" diye hediye olarak gönderdiği fil derisinden yapılma ve gergedan derisi ile kaplı kalkanı elçinin gözleri önünde mızrak ile delmesi, Eski Saray (Bugünkü İstanbul Üniversitesi merkez binası, Beyazıt) bahçesinden attığı ciridi Beyazıt Camiinin minaresinin dibine düşürmesi, Halep Kalesi üzerinden fırlattığı okun şehir meydanına saplanması onun acı kuvvetinin olduğu kadar mızrak ve ok atmaktaki becerisinin de ifâdesidir. Memlekette nifak tohumlarının kahvehane gibi umumî yerlerde atıldığına kanaat getiren IV. Murat, şehirdeki bütün kahvehaneleri kapattığı gibi toplantıları da yasaklamıştı. Bu arada İstanbul'un büyük bir kısmını kül eden yangından sonra tütün içilmesini de yasakladı. Geceleri sokaklarda tebdil-i kıyafet gezdiği için, başına herhangi bir şeyin gelmesinden çekinerek fenersiz sokağa çıkma yasağını da koydu. Bütün bu yasakların uygulanmasında öylesine şiddet gösterdi ki, tütün içenin de, fenersiz dolaşanın da, meclis kuranın da oracıkta kafalarını vurdurdu. Hattâ bu işte daha da ileri giderek, şüphelendiği evlerin damlarına çıkarak ocak bacalarını koklayıp tütün veya kahve içilip içilmediğini dahi bizzat kontrol etti. Vehimler içinde bir insandı IV. Murat. Bir zamanlar pek sevdiği ve yanından eksik etmediği ünlü şair Nef'î, Sihâm-ı Kazâ isimli hicviyesini okurken sarayın pek yakınına yıldırım düşmesini bir uğursuzluk kabul edip Nef'î'nin hiciv yazmasını yasakladı. Bunun üzerine büyük şairi çekemeyenlerden biri şu beyti söylemişti: Gökten nazîre indi sihâm-ı kazasına Nef'i diliyle uğradı Hak'kın belâsına Ancak Nef'î verdiği sözde fazla durmayıp Sadrâzam Bayram Paşa hakkında hayli ağır bir hicviye yazmaktan kendini alamayınca, cezasını kellesiyle ödedi. Nef'î'yi, sarayın odunluğunda boğduran IV. Murat, cesedini de denize attırdı. IV. Murat, içkiye aşırı düşkünlüğü ile de tanınan bir padişahtır. Bu yüzdendir ki, ayyaşlığı bugün dahi dillerde dolaşan Bekri Mustafa'ya sarayda görev verdiği ve işret sofrasında kendisiyle yarenlik ettiği söylenir. İçkiye karşı olanca düşkünlüğüne rağmen, içki yasağı da koyan IV. Murat, Bağdat'ın fethinden dönüşünde birden rahatsızlandı. Bâzı Osmanlı tarihçilerine göre "Goutte-Nikris", bâzı tarihçilere göre ise siroz hastalığından, 1640 yılında henüz 28 yaşında iken hayata gözlerini yumdu |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#112 |
|
![]()
Galatalı SEYDİ ALİ REİS
Seydi Ali Reis, Galata'da doğdu. Doğum tarihi belli değildir. İstanbul'un fethinden sonra Sinop'a yerleşen denizci bir ailenin oğluydu. XVI. yüzyılın güçlü denizcilerinden olan Seydi Ali Reis gençliğinde iyi bir öğrenim gördü. Denizcilik üzerine bilgileri küçük yaşta edinmişti. Arapça ve Farsça öğrenmiş, metematiğe, astronomiye ve fiziğe karşı büyük bir merak sarmıştı. Dedesi ve babası tersane kethüdasıydı. 1522 yılında Rodos seferine katılan Seydi Ali Reis, Barbaros Hayreddin Paşa'nın emrinde bir çok deniz seferine çıktı ve Batı Akdeniz bölgesini çok iyi öğrendi. Preveze Savaşı'ndan sonra adı daha çok duyulmaya başladı. Trablusgarp'ın fethi ile biten harekatta Kaptan-ı Derya Sinan Paşa ve Turgut Reis’in emrinde çalıştı. Basra'da, bir Osmanlı donanmasını Süveyş'e getirmek için, 1553 yılında Hint Kaptanı tayin edildi. Seydi Ali Reis 34 parçalık Portekiz donanması ile Güney Arabistan sahillerinde karşılaştı. Fırtınaya ve şiddetli düşman taarruzuna rağmen Demen kalesi önüne gelebildi. Burada karaya oturan üç gemiden sonra, elinde kalan altı gemiyle birlikte Güceret'in başkenti Ahmedabat'a gitti. Süveyş'i geçemeyeceğini anlayan Seydi Ali Reis, gemileri ve mühimmatı Güceret hâkimine satarak parasını İstanbul'a gönderdi ve üç yıl Osmanlı ülkesi dışında yaşadı. Daha sonra karadan Hindistan, Afganistan, Türkistan, Azerbaycan ve İran yoluyla İstanbul’a geldi. Bu seyahati Mir’atü’l-Memâlik adıyla eser haline getirdi. 1557 yılında İstanbul'a döndüğünde, mahvolmuş bir donanmanın sorumlusu olmakla beraber, başına gelen olağanüstü olaylar yüzünden suçlu görülmedi. Önce müteferrika yapıldı. Ardından Diyarbakır Tımar Defterdarı tayin edildi. Bir süre Şehzade Selim'in hizmetinde çalıştı. Galata Hassa gemi reislerinden biri oldu. Seydi Ali Reis, 1562 yılında İstanbul'da öldü. Seydi Ali Reis’in coğrafya, astronomi ve matematik alanında çeşitli eserleri vardır. Eserlerinden birisi Muhît, diğeri de Mir’atü’l-Kâinât adını taşır. Ayrıca Ali Kuşçu’nun astronomiye ait bir eserini Türkçe’ye çevirmiştir. Seydi Ali Reis’in eserleri Avrupa’da da ilgi görmüş ve Almanca’ya çevrilmiştir. 1562’de ölen Seydi Ali Reis’in birçok şiirleri de vardır. O hem âlim, hem sanatkâr, hem de bir deniz kahramanı idi. |
![]() |
![]() |
![]() |
#113 |
|
![]()
SÜLEYMAN ÇELEBİ
Osmanlı Padişahı Yıldırım Beyazıt, Başkent Bursa'da yaptırmağa başladığı 20 kubbeli Ulu Camii, 1399 yılında tamamlatmış, caminin imamlığına da Süleyman Çelebi' yi tayin etmişti. Uzun boylu, saz benizli bu genç kimdi? Nasıl olmuştu da, Yıldırım Beyazıt gibi, olgun ve bilgin bir padişah, bunca imamlar arasından onu seçmişti? Bunu o günlerde soranlar çoktu ama, zaman geçtikçe bu sorunun cevabı kendiliğinden ortaya çıkıyordu. Yıldırım Beyazıt, 20 kubbelik bir Ulu Cami yaptırıp Türk mimarîsine bir şaheser armağan etmişse, bu camiye imam olan Süleyman Çelebi de, Türk Edebiyatına, altıyüz yıla yakın bir zamandan beri zevkle okunan ve dinlenen bir şaheser kazandırmıştı. Bu şaheserin adı Vesîletü’n-Necât yani Mevlid idi. Eser, Hazreti Peygamber'e karşı duyulan derin saygı ve sevgiyi engin bir heyecan ve temiz bir Türkçe ile dile getiriyordu. Mevlid'in aslı ve tam metni elde bulunmamakla birlikte, tamamının 750 beyit kadar olduğu, eldeki eski metinlerden anlaşılıyordu. Mevlid, bilindiği gibi: Allah adın zikredelim evvelâ Vâcib olur cümle işde her kula Allah adın her kim ol evvel ana Her işi âsân ede Allah ana. beyitleriyle başlıyor, Divân Edebiyatımızın bir şiir tarzı olan Mesnevi biçiminde ve (Fâilâtün Fâilâtün) ölçüsü içinde devam ediyordu. Eserin son bölümündeki: Hem sekiz yüz on ikide târihî Bursa'da oldu tamam bu ey ahi beytinden, Mevlid'in Bursa'da, 1410 yılında tamamlandığı ifade ediliyordu. Mevlid, yüz yıllardan beri, kubbe kubbe gönülleri coşturduğu, her Müslüman Türk'ün her zaman okuduğu, Hazreti Peygamber'in doğum günlerinde, bayramlarda, kandillerde, ölüm yıldönümlerinde, her vesileyle elden ve dilden düşmediği, bu kadar çok bilindiği ve tanındığı halde, Mevlid şairi Süleyman Çelebi hakkındaki bilgilerimiz noksan ve yetersizdir. Öyle ki bir şaheser, kendi haşmeti içinde yaratıcısını gölgelemiş, onu unutturmuştur. Kaynaklardan elde ettiğimiz bilgilere göre, Süleyman Çelebi, 1350 yıllarına doğru, Orhan Gazinin hükümdarlık yıllarında Bursa'da doğmuştur. Soyunun, Sultan Osman'ın kayın babası Şeyh Edebalı’ya dayandığı söylenir. Düzenli bir tahsil gördüğü ve devrinin bilgilerini, yetenekli bilginlerden, bu arada Emir Sultan Buharî'den ders aldığı bilinmektedir. Bilgisi ve tavrıyla Yıldırım Beyazıt'ın dikkatini çektiği, Ulu Camiye hemen imam tayin edilmesinden anlaşılmaktadır. Aslında “Çelebi” unvanı, bilgin, efendi, alçak gönüllü, olgun bir kişi olduğu için verilmiştir. Süleyman Çelebi'nin Mevlevî olduğunu, bu yüzden kendisine Süleyman Dede unvanının da verildiğini söyleyenler vardır. Süleyman Çelebi'nin ölüm yılı da kesin olarak bilinmemekle birlikte, araştırıcılar daha çok 1422 yılı üzerinde durmakta, bu tarih, onun ölüm tarihi olarak kabul edilmektedir. Mezarı, Bursa'da Çekirge yolu üzerinde ve Eski Kaplıca yanındadır. Son yıllarda bu mezar, Anıt şeklinde yeniden yaptırılmıştır. Mevlid'in yazılış nedenleri üzerinde pek çok söylentiler vardır. Bir söylentiye göre, Bursa'da bir vâiz, Hazreti Muhammed'in öbür Peygamberlerden farkı olmadığını söylemiş, buna içerleyen Süleyman Çelebi Hz. Muhammed'in son ve üstün Peygamber olduğunu göstermek üzere Mevlid'ini yazmıştır. Başka bir söylentiye göre, Süleyman Çelebi, çeşitli din adamlarının Hazreti Muhammed'i değişik biçimde ve çok farklı anlattıklarını görünce üzülmüş, herkesin kolayca anlayacağı ve değiştiremeyeceği manzum, doğru bir eser yazmaya karar vermiş ve bunu başarmıştır. Yüzlerce benzeri yazıldığı halde, hiçbiri Mevlid'in ulaştığı şöhrete varamamış, Mevlid, Türk Edebiyatının ölümsüz, dinî bir şaheseri olarak yaşamıştır. Mevlid'in dili, XV. yüzyıl Anadolu Türkçesidir. Bu dil, oldukça sade, külfetsiz ve içtendir. Bu yüzden Mevlid, yüzyıllar boyunca Müslüman Türk halkının malı olmuş ve sevilmiştir. Mevlid'e zaman içinde, bazı katkılar, ekler olmuşsa da bunlar esere fazla bir şey getirmemiş, eserin bütünlüğünü bozmamıştır. Mevlid, birçok dillere, bu arada İngilizce'ye de çevrilmiş, dünyanın birçok yerlerinde baskıları yapılmıştır. Memleketimizdeki kütüphanelerde el yazması olarak pek çok Mevlid metinleri bulunmakla birlikte, bunların en eskisi, ya da en eskilerinden biri İstanbul Ayasofya Kütüphanesinde bulunan 1510 tarihli Mevlid nüshasıdır. Süleyman Çelebi'nin el yazısıyla, ya da sağlığında yazılan Mevlid bugüne kadar ele geçmemiştir. |
![]() |
![]() |
![]() |
#114 |
|
![]()
SÜYÜN BIKE
“Nıgıtkılar üstüne çıgıp Uruslarını kördü Süyün Bike özü dahi suguş içine kirdi Tatar topcularıga özü de kumanda birdi.” (Surlara çıkarak Rusları gördü Süyün Bike kendisi bile savaşa girdi. Tatar topçularına kendisi de kumanda etti.) Bundan 450 yıl kadar önce bir Şubat günüydü. 60.000 kişilik bir Rus ordusu Kazan kalesine karşı hücuma geçmişti. Tarih, 1550 yılı Şubatının 13'ü idi. Kazanlılar şehirlerini kahramanca müdafaa ettiler. Surların altı kapısı vardı. Han, Atalık, Tümen, Kabak, Muralı ve Kırım kapıları diye anılan bu kapılarda kanlı savaşlar oluyordu. Kapıların her biri Mamay Bek, Nurali Mirza, Kuzıcak Oğlan (Oğlan Han neslinden gelen prens han anlamında) Çora Batır, Ak Muhammed Oğlan, Kul Muhammed Seyyid, Barbolsın Atalık Biybars Bek gibi kumandanlar tarafından korunuyordu. Süyün Bike de savaş yerinde diğer kahramanlardan geri kalmadan savaşıyordu. Rusların da tarihlerinde uzun uzadıya bahsettiği, hakkında yazılan piyeslerin Moskova'da yıllarca afişte kaldığı Süyün Bike, Nogay Mirzalarından Yusuf Mirza'nın kızıydı. Nogaylar, Kazanlılar ve Ruslar arasında hem bilgisi hem güzelliği ile tanınmıştı. 1532 yılı yazında Kazanlılar, Safa Giray Han'ı Kazan Hanlığı'ndan ayırıp yerine Can Ali Han'ı getirdiler. Can Ali, Kazan Hanı gibi görünüyordu. Fakat aslında hanlık işlerinin çoğunu Vasili'nin buyruğuna göre yütürüyordu. 1533 yılında Can Ali Han, Süyün Bike ile evlendi. Bu olay iki yurt arasında yakınlık meydana getirecekti. Can Ali Han, Rus Knezi'nin buyruğundan çıkmadığı için Kazanlılar ondan memnun değildi. 1535 yılında isyan ettiler. İsyan, Can Ali Hanın ölümü ile sonuçlandı. Kazanlılar tekrar Safa Giray'ı han yaptılar. Can Ali'nin dul eşi Süyün Bike, hem nüfuzlu hem de çok güzel bir hanımdı. İkisinin evliliği ülkeye politik yönden faydalı olacaktı. Safa Giray Han zamanında Kazan'ı işgal etmeye niyetlenen Rus orduları 3-4 defa büyük yenilgiye uğratıldılar. Kendisinin Ulu Yurd Hanı olduğunu bilen Safa Giray, Rus Knezlerinin buyruğunca yürümeyip diğer hanlarla birlikte hareket ediyordu. Süyün Bike ile Safa Giray 1547'de dünyaya gelen oğullarına Ödemiş Giray adını koydular. 1549 yılında Safa Giray Han öldü. O sırada iki yaşında olan küçük oğlu Ödemiş Giray, Han ilan edildi. Safa Giray'ın birinci hanımından Bölek Giray isimli bir oğlu daha vardı. Ama Kırım vilâyetinde olduğundan küçük oğlu han seçilmişti. Ödemiş Giray Han küçük, vasisi de bir kadın olduğundan Moskova Knezi İvan'ın Kazan'ı alma zamanı geldi diye hazırlanmaya başlayacağını bilen Kazanlılar, iş başında muktedir bir er bulunmasını lüzumlu gördüler. Safa Giray'ın büyük oğlunun hanlık işlerine bakmasını temin için Kırım'a elçi gönderdiler. Ruslar elçilerin üzerine hücum edince mektup Rusların eline geçti. Ödemiş Giray henüz bebek denecek yaşta olduğu için hanlığının bütün işlerine Süyün Bike bakıyordu. Bu sırada Kazanlıların Ruslarla arası iyi değildi. 1549 yılı Mart ayında Kazanlılar Morum üstüne baskın yaptılar. Safa Giray Han'dan kaçıp Nogay yurduna sığınmış olan beyler İvan'a mektup yazıp Kazan'a hücum etmeye teşvik ediyorlardı. İvan'ın istediği de buydu. Her iki taraf hazırlanıp buluşarak 13 Şubat 1550'de Kazan önlerine geldiler. Çetin savaşlar oldu. Kazan halkının kahramanca müdafaası karşısında 25 Şubat'ta İvan, Kazan kuşatmasını kaldırıp Moskova'ya dönmek zorunda kaldı. 1551'de Ruslar Kazan'ı yeniden muhasara etti. O sırada Kazan halkı arasında rekabet çoğalmış, dıştan yollar tutulmuş, içerdeki asker miktarı azalmıştı. Ödemiş Giray Han, beşikte hiç bir şeyden habersiz yatıyordu. Süyün Bike hem oğlunun hem Kazan halkının harap olmasından korkuyor, her türlü çareye başvuruyordu. Kazan Mirzaları teslim olmayı düşündükleri halde Kırım mirzaları savaş taraftarı idiler. Halka Kırım, Nogay ve Asterhan'dan yardım geleceğini vaad ediyorlardı. Kırım Mirzalarının Kazan halkından tamamiyle ümitleri kesildikten sonra kendi aralarında belki Osmanlılardan yardım temin edebiliriz diyerek anlaşıp Kazan'dan ayrıldılar. Lakin onlara kurtuluş nasip olmadı. Kahramanca savaşmalarına rağmen yolda pusu kuran Ruslar tarafından öldürüldüler. Kırımlılar gittikten sonra artık tamamıyle ümitleri kırılan Kazanlılar İvan'a elçi gönderip sulh istediler. İvan'ın Kazan elçilerine bildirdiği şartların en önemlisi, “Süyün Bike, Ödemiş Giray Han ve bunların tarafını tutan Kırımlılarla, onların çocuklarının esir sıfatı ile Moskova'ya gönderilmesi” dileğiydi. Anlaşma gereğince Ruslar, Süyün Bike'yi almaya geldiği zaman Süyün Bike Kazan Beylerine bir şey söylemedi. Madem ki Kazan halkının rahat yaşaması için başka çare yoktu, öyleyse Moskova'ya gidecekti. Süyün Bike'nin üzüntüsü herkese tesir etti. Bütün şehir halkı ağlıyordu. Süyün Bike Kazan'dan ayrılmadan Safa Giray Han'ın mezarını ziyaret edip helallaşmak istedi. Kabrin yanına varınca başındaki altın başlığı yere bıraktı. Büyük bir üzüntü içinde onunla güzel ve ikballi günler geçirdiğini, şimdi Moskova'ya esir gitmekte olduğunu söyleyip ağladı. Süyün Bike kendisi için hazırlanmış olan araba ile nehir kıyısına kadar gitti. Kıyıda Süyün Bike'yi alıp gidecek olan gemi bekliyordu. Geminin ortasında Süyün Bike'nin oturmasına ayrılmış süslü bir bölüm vardı. Süyün Bike kendisi ile gemiye kadar gelenlerle gönülden helallaştı. Esirleri götüren gemiler hareket edince halk da nehrin iki yanından ilerlemeye başladı. Süyün Bike'nin gidişi Kazan halkına çok dokunmuştu. Onu şimdiden özlemişlerdi. Süyün Bike şu sözlerle Kazan'a veda etti: “Kazan... Ey, kanlı, kaygulu şehir, başından tacın düştü, şimdi kul oldun, senin büyüklüğün mazide kaldı. Her ülke iyi bir padişah ile idare edilir ve asker ile saklanırsa o memleketi senden kim alabilir. Senin güçlü Hanın öldü. Beylerin güçsüzleşti. Sana yardım etmedi. Bu yüzden sen çekildin. Nerede senin sevinçli günlerin? Nerede senin oğlanların, beylerin, mirzaların, sana bağlı olanlar, büyükler? Nerede senin iyi hatunların, güzel kızların? Onların şarkıları nerede? Hepsi yok oldu. Yalnız onların ağlaması ve öksüzlüğü kaldı. Sende bal ağaçları ve soğuk pınarlar vardı. Onun yerine şimdi kanlar ve göz yaşları akıyor.” 11 Ağustos 1551'de Kazan'dan ayrılan kafile, 5 Eylül'de Moskova'ya ulaştı. İvan onu büyük bir hürmetle karşıladı. Mağlup olan Kazanlıların başına yeniden Şeyh Ali Han tayin edildi. Kazan, artık İvan'ın isteklerine göre idare ediliyordu. Kazanlılar Şeyh Ali'den memnun değildi. İvan'a elçiler gönderip onun yerine bir kalgay (han naibi) gönderilmesini istediler. Hiç bir zaman sakin duramayan Kazan, Şeyh Ali gittikten sonra da sakin duramadı. Buna çok kızan İvan, intikam fikri ile Kazan'a yürümeye karar verdi. Kısa bir müddet içinde asker hazırlayıp Kazan'a hücum etti. 10 Ekim 1552'de Kazan'ı aldı. Şeyh Ali'nin Kazan’ı istilası konusunda İvan'a çok yardımı olmuştu. İvan onu memnun etmek istiyordu. Bu sebeple onu Süyün Bike ile evlendirdi. Şeyh Ali, hem Rus taraftarı hem de çok sevimsiz biri olduğundan Süyün Bike onu beğenmiyordu. Bu hal Şeyh Ali'yi çok kızdırmıştı. Onun için Süyün Bike'ye karşı çok sert hareket etti. 1553 yılı yazında Şeyh Ali'nin Süyün Bike'yi işkence ederek öldürdüğüne dair şayia çıktı. Ailesi çok meraklandı. Araştırma için Kasım şehrine gittiler. Şeyh Ali'nin Süyün Bike'ye kötü muamele ettiği doğru ise de öldürdüğü doğru değildir. Giden elçiler onu sağ salim olarak görmüşlerdi. Bu tarihten sonra Süyün Bike hakkında hiç bir haber alınamadı. Onun nerede ve hangi sene öldüğü kesin olarak bilinmiyor. 1554 yılından sonra Kasım şehrinde vefat ettiği tahmin edilmektedir. “Süyün Bike belki de Şeyh Ali'ye varmamış, zevci Safa Giray'ın yokluğu ve oğlu Ödemiş Giray'ın hasretine dayanamayarak vefat etmiştir” diyenler de vardır. Diğer bir görüşe göre ise, 1558 yılında 58 yaşında iken vefat etmiş olması kuvvetle muhtemeldir. |
![]() |
![]() |
![]() |
#115 |
|
![]()
ŞEHRİYAR
Tanınmış Azeri şairi. Tam adı Doktor Seyyid Mehemmed Hüseyin Behcet Tebrizî'dir. Bunlardan Mehemmed (Muhammed) Hüseyin şairin küçük adı, Behcet Tebrizî soyadı, (Seyyid) peygamber soyundan geldiği için) lakabı, Doktor muhtemelen tıp fakültesinde okuduğundan dolayı söylenen bir hitab sözü, Behçet aynı zamanda ilk mahlası, Şehriyar ise daha sonraki mahlasıdır. Şair ülkesinde ve dünyada mahlası olan Şehriyar olarak tanınmaktadır. Doğum tarihi kaynaklarda çok çeşitli olmakla beraber kuvvetli bir ihtimalle 1904 yılında Tebriz'in Bağmeşe mahallesinde doğmuş olmalıdır. Babası Tebriz'in ünlü avukatlarından kemal ve faziletle şöhret bulmuş Hacı Mir Ağa, annesi ise Kövkeb hanımdır. Hacı Mir Ağa orta boylu, hoş yüzlü, ciddi, sakin, cömert, hoş sohbet, sabırlı, tatlı dilli biri olup ailesi 30-40 kişi idi. Şiir ve musikiyi severdi ve hat sanatında usta idi. Ayrıca avukatlık mesleğinde çok bilgili ve tecrübeliydi. Davaları iyilikle halleder, barışla sonuçlandırırdı. Şehriyar'ın çocukluk yılları Tebriz'deki Meşrutiyet devrine rastlamaktadır. Tahsil hayatı ile ilgili bilgiler karışıktır. İlk tahsilini babasından almış ve küçük yaşlardan itibaren şiire yatkınlık gösterdiğinden. o devirde okutulması adet olan Kuran-ı Kerim, Sadi'nin Gülistan'ı ve Ebu Nasri Ferahi'nin Nisab adlı Arapça Farsca manzum lugatiyle öğrenimine devam etmiştir. Daha sonra Molla İbrahim'den daha altı yaşında iken Gülistan ve Hafız dersi almıştır. İlk resmi öğretimine Tebriz'deki Medrese-yi Müttehide'de başlamıştır. Yaz mevsimininde ise Kayışkurşak'da aydın bir zat olan Molla İbrahim Halil'de eğitim ve öğretimine devam etmiştir. Orta tahsiline ise Füyuzat ortaokulunda başlamışz ve dokuzuncu sınıfa kadar devam etmiştir. Ayrıca Tebriz'deki Talibiyye Medresesi'nde Arap dili ve edebiyatı okumuş, daha sonra 1921'de darülfünuna kaydolmuş ve 1923'de tıp fakültesine girmiştir. Ama tıp fakültesini maddi zorluklar yüzünden bitirememiştir. Şehriyar'ın sevdiği kızın adının Süreyya olduğunu biliyoruz. 1973 yılında yaptığı Tahran radyosunda yaptığı bir konuşmada Süreyya ile son defa Behcetabad'da buluşacaklarını ancak onun gelmediğini, ertesi sabah ise fakülteyi bitirmesine iki üç ay kala Tahran'dan sürgün edildiğini, Behcetabad Hatiresi şiirini bu buluşmaya hasrettiğini söylemiştir. Şairin devlet memurluğuna 1932 yılında başladığında bütün kaynaklar müttefiktir. Daha sonra Tahran'dan sürülmüş ve 1935 yılında tekrar Tahran'a dönmüş ve Ziraat Bankası'nda memuriyetine devam etmiştir. Şehriyar'ın hayatının önemli olaylarından biri de babasının ölümüdür. Babasının ölümümden ve 1935'de Tahran'a dönüşünden sonra şairin buhranlı bir döneme girdiğini görüyoruz. Şair bütün sevdiklerinden ve dostlarından uzaklaşır. Ruh çağırma seanslarına katılır, tasavvufa meyleder, hatta Zehebiye tarikatına intisab eder. Bu arada 1937 yılında dört ay süren bir Tebriz seyahati yapar. Şehriyarın bu bunalımlı durumu uzun sürer. Şair annesinin de ölümüden sonra uzun zaman kaldığı buhranlar ve hastalıklar geçirdiği Tahrandan aniden ayrılarak 1953 ortalarında anayurduna Tebriz'e döner. Buradaki Ziraat Bankası'nda çalışmaya başlar ve buradan emekli olur. Şehriyar, Tebriz'de en mühim eserini "Haydarbaba'ya Selam" ı yazar ve bastırır (1953). Şehriyar Tebriz'e yerleştikten sonra akrabalarından ilkokul öğretmeni ve kendisinden 35 yaş küçük Azize adlı bir kızla evlenir (20 Ağustos 1953) ve bir ev alır. Bu evliliğinden dört çocuğu olmuştur. Şehriyar 1964 yılında Hoşginab'a gider ve 2.Heyderbaba'yı yazar ve bastırır. 1976 yılında Tahran'a gider ve misafirlikte iken eşi Azize Hanım kalp krizinden vefat eder. Şairin Türkçe şiirlerinin büyük kısmı 1982'de Yahya Şeyda tarafından Tahran'da neşredilmiş 1984 yılında ise Tebriz Üniversitesi'nde yapılan bir törenle 80. yaş günü görkemli bir şekilde kutlanmıştır. Şehriyar ömrünün son yıllarında yaşlılığın verdiği zaafiyetle birçok kez hastalanmış ve nihayet 18 Eylül 1988'de vefat etmiş ve Tebriz'in ünlü Makberetü'ş-Şuara'da toprağa verilmiştir. Şehriyar'ın hatırasına hürmeten Tebriz'de hiçbir dükkan açılmamış ve bütün halk matem işareti olarak karalar giyinmiştir. Şehriyar anadili Türkçeden başka mükemmel derecede Farsca ve Arapça , iyi derecede Fransızca bilirdi. Gençliğinden beri musiki ile yakından ilgilenmiştir. Çok güzel tar çalan Şehriyar'a İran'ın meşhur musikişinaslarından Ebulhasan Seba, Dervişandan kalma kıymetli bir tar hediye etmişti. Şehriyar, İran'ın ünlü hanende ve sazendelerinden Ebulhasan Han İkbal, Kamer, Kerimağa Safi ile dost olmuş, Ebulhasan Seba dahil bir çoğunaölümleri vesilesiyle Farsca ve Türkçe mersiyeler yazmıştır. Şair emekliliğinden sonra Tebriz'de sade bir hayat sürmüştür. Küçük çocuklarını sevip okşayarak onlarla Tebriz sokaklarında gezintiye çıkan Şehriyar'ın bir zevkinin de güzel hattıyla Kuran ayetlerini istinsah edip dostlarına hediye etmek olduğu bilinir. Şehriyar usta şairliğinin yanında seyit (peygamber soyundan gelen) olması hasebiyle de halk arasında büyük saygı ve sevgi görmüştür. Bu yüzden henüz tıp fakültesinde iken bazı kimselerin ona muska yazdırdıkları malumdur. Şair emeklilik günlerinde maddi sıkıntılar içinde olmuş, 1976'da bulunduğu Tahran'da Ettelaat gazetesine verdiği demeçte 22 yıldan beri aynı elbiseyi giydiğini söylemiştir. İran edebiyatındaki yeri dolayısıyla birinci dereceli Maarif nişanı ile taltif edilmiş, Tebriz Üniversitesi edebiyat fakültesinin en büyük anfisine ve Tebriz'deki okullardan birine onun adı verilmiştir. Ayrıca daha sağlığında 16 Mart günü şehriyar günü olarak kabul edilmiş, ölümünden sonra da evi müze haline getirilmiştir. İran'ın ileri gelen şair ve yazarları tarafından da övülen Şehriyar'ın Kitapça'sında yazdığı önsözde Şehriyar'ı "Yalnız İran'ın değil, bütün şark aleminin iftiharı" olarak takdim etmiştir. ESERLERİ 1- Heyderbaba'ya Selam (yazılışı 1953, basılışı 1954) 2- Türkün Dili (1969) 3- Memmed Rahim'e Cevab (1967) 4- Sehendim (1970) 5- Behcetabad Hatiresi 6- El Bülbülü 7- Süleyman Rüstem'e Cevaplar 8- Döyünme ve Söyünme 9- Getme Tersa-Balası 10- Naz Eylemisen 11- Türk Övladı Gayret Vahtıdır 12- Derya Eledim 13- Türkiye'ye Heyali Sefer |
![]() |
![]() |
![]() |
#116 |
|
![]()
SULTAN BAYBARS
Baybars, 1223 yılında Kıpçak ilinde doğdu. Kıpçak Türkü Baybars, Altın Ordu Hakanı ve Cengiz’in torunu Berke Han’ın damadı idi. Kendi yerine geçecek oğluna da Berke adını vermişti. Köle olarak Kahire’ye gelmiş, Eyyubîlerin hassa ordusuna alınmıştı. Zeka ve yeteneği ile kısa zamanda kendini gösterdi. Ayn-Calud’da Haçlılarda yapılan savaşta, öncü birliklerine kumanda ediyordu. Sultan Kutuz ona, vadettiği Halep valiliğini vermediği gibi, şöhretinden ve kendi yerine sultan seçilmesinden korkarak öldürtmek bile istemişti. Baybars, Kutuz’un bu girişimini boşa çıkardı ve ölen Kutuz oldu. Bundan sonra sultan seçilen Baybars, hükümdarlığının birinci yılında (1261’de), Moğollar tarafından öldürülmüş olan Abbasî halifesinin yerine aynı aileden başka birini getirerek, Mısır Abbasî Hilafetini kurdu. 1260’ta hükümdar olup. 1277’ye kadar hüküm süren Sultan Baybars zamanında Mısır Türk Devleti en kudretli devrine ulaştı. Cesur bir asker olan Baybars, kudretli bir hükümdar ve iyi bir idareci olduğunu gösterdi. Franklarla, Ermenilerle, Moğollarla yaptığı savaşları kazandı. İsmailîlerle de mücadele etti. Anadolu’da Moğollara karşı direnişe geçen Türkmen beyliklerini destekledi ve ordusunun başında Kayseri’ye kadar ilerledi. Ermenilerin başkenti Sis şehrini zaptetti (1274). Sonra, kendi merkezinden daha fazla uzaklaşmamak için Şam’a döndü. Altın Ordu ve Bizans ile de siyasi münasebetler kuran Baybars, Haziran 1277’de hastalanarak, 54 yaşında iken öldü. Orta çağ tarihinin en büyük ve örnek hükümdarlarından biri olarak anılan Baybars, devlet teşkilatında büyük bir reform yapmış, Haçlıları Yakındoğu’dan sürüp çıkarmıştı. |
![]() |
![]() |
![]() |
#117 |
|
![]()
TURGUT REİS
Türk denizcilerinin büyüklerinden olan Turgut Reis, Akdeniz’deki başarılarından dolayı büyük bir ün kazanmıştır. Barbaros’tan sonra Venedik ve İspanyol donanmalarına karşı büyük zaferler kazanarak bütün Avrupa’yı titretmiştir. Avrupalılar ona Dragot derlerdi. Turgut Reis, elde ettiği başarılar ile tarih sayfalarını süslemiştir. Turgut Teis, 1485 yılında İzmir’in Menteşe sancağı dahilinde Seroluz nahiyesine bağlı bir köyde doğmuştur. Babası Veli adında bir çiftçi idi. Fakir bir köylü çocuğu olan Turgut, gençliğini çobanlıkla geçirdi. İri vücutlu ve çok sağlam bünyeli idi. Çok kuvvetli olduğu için pehlivanlığa merak etti. Önüne geleni yeniyordu. O devirlerde pehlivan ve yay çekenler serdengeçti yazılırlardı. Sahil Çocukları da Korsan gemilerine levent olurlardı. Turgut günün birinde çobanlığı bırakarak İzmir’e indi. Orada dolaşırken bir tellalın yüksek sesle sokaklarda, “Terlemeden, solumadan can vermek isteyen korsan yazılsın!” diye bağırdığını duydu. Bunu işiten çoban Turgut içini çekti, sonra korsan yazılmaya karar verdi. O, dağların çocuğu idi. Fakat şimdi o, önüne serilen engin denizlere açılmak istiyordu. O bu düşünceler içinde iken İzmir limanına bir Türk korsan gemisi girdi. Bütün direklerine elde ettikleri malları asmışlar, altında davul ve zurna çalarak levent zeybeği oynuyorlardı. Turgut gözlerini açarak, yanık bağırları açık, kolları çıplak bu iri leventlere hayretle baktı. Onlar gibi olmak için içi burkuldu. Daha fazla dayanamayarak gitti, levent yazıldı. O tarihte Turgut henüz 22 yaşında idi. Korsanlar ilk defa onu topçu yaptılar. Artık denizlerde geziyor, korsanlık ediyordu. Fakat onun en büyük emeli başlı başına bir gemiye sahip olmaktı. Bu gayesine erişmek için yemedi, içmedi, para biriktirdi. Nihayet bir gemi almaya muvaffak oldu. Turgut Reis Akdeniz’e açıldı. İlk defa Selanik’ten buğday yüklü iki Venedik Gemisine Mataban Burnu’nda tesadüf ederek üzerine atıldı, bu gemileri zaptetti. Bu onun ilk zaferi oldu. Bir müddet sonra da büyük bir korsan gemisini ele geçirerek, küçük teknesini bir kadırga ile değiştirme imkanına sahip olmuştu. O zamanlar maiyetinde yüz elli Türk korsan bulunmakta idi. Forsaları bulunmadığından Sicilya sahillerine baskın yaparak birçok İtalyan’ı esir etmiş ve kürekçi yapmıştı. Artık ona korsanlık için geniş bir ufuk açılmıştı. Cebelitarık’tan Ege Denizi’ne kadar bütün sahilleri dolaşıyordu. Turgut, kısa bir zamanda yirmi kadırga ve kalitadan ibaret bir filoya sahip oldu. Artık onun şöhreti Akdeniz’e yayıldı. Bu başarılarından sonra Cezayir’e giderek Barbaros Hayrettin’i kendine bir pir olarak tanıdı. Barbaros, Turgut’u çok sevdi. Arkadaşlarına onun başarılarını övdü, hatta bir gün: Turgut benden ileri! Diyerek iltifat etti. Barbaros Hayrettin, Turgut Reis’i muavin olarak kullandı. 1540 yılında Turgut’un donanması, Korsika sahilindeki bir limanda demirli olarak yatıyordu. Güneş henüz doğmak üzere iken, Turgut bir seccadenin üzerinde sabah namazını kıldı. Namazdan sonra Kuran-ı Kerim okudu. Bu esnada tayfaların telaşını duydu. Bir tehlike olduğunu anlayarak gözlerini limanın ağzına dikti. Buradan iki düşman harp gemisinin üzerlerine geldiğini gördü. Fakat bu gemileri daha büyük gemiler takip ediyordu. Bu korkunç donanma Kanuni Süleyman’ın en büyük rakibi olan İmparator Şarlken tarafından Turgut Reis’i yakalamak için gönderilen bir donanma idi. Bu donanmanın kumandanı da meşhur Venedik Deniz Amirali Andrea Doria’nın biraderzadesi genç Jenatin Doria idi. Bu genç kaptan, Akdeniz’i titreten bir kahramanı esir etmeye gelmişti. Turgut Reis bir kapana tutulduğunu hissetti. Bu, onun için korkunç bir baskındı. Turgut Reis derhal on iki gemisinin kumandasını eline aldı, bu gemileri yarıp geçebileceği ümidiyle altmış parça düşman harp gemisinin üzerine bir yıldırım süratiyle hücum etti. Fakat düşmanlar birdenbire bunların üzerine topçu ateşine başladılar. Türklerin de karşılık vermesiyle kanlı bir deniz savaşı başladı. Fakat Türkler önlerindeki bu büyük seti aşamadılar. Bu defa düşmanın sahildeki topları da üzerlerine ateşe başladı. İki ateş arasında kalan Türk gemileri batıyor, bazılarının cephanelikleri ateş alarak berhava oluyordu. Bu esnada Turgut Reis’in gemisine iki düşman gemisi rampa etti. Gemilerden çıkan düşman askerleri Turgut Reis’in üzerine yürüyerek onu esir ettiler. Bu koca deniz aslanını amirallerinin karşısına çıkardılar. Turgut Reis, kendisini esir edenin meşhur Andrea Doria olduğunu sanıyordu. Fakat karşısında onun yerine tüysüz bir genci görünce bağlı olduğu zincirlerini şakırdattı ve koşarak: Ah, demek ben böyle bir çocuğun esiri oldum! diye bağırdı. Bu söz üzerine genç amiral, Turgut’un üzerine hücum etti. Çünkü Turgut Reis, zincirlerle bağlıydı. Amiral Turgut’a yaklaşarak tokat atmak için elini kaldırdığı zaman Turgut gözlerini açarak üzerine hücum edince düşman askerleri üzerine saldırdılar. Onu yakalayıp kürek mahkumlarının bulunduğu yere ayaklarından çaktılar. Bu tarihte Turgut elli altı yaşındaydı. O, artık tel kırbaçlar altında aç ve çıplak kürek çekiyordu. Şimdi kaptan değil bir forsa idi. Barbaros Hayrettin, Turgut Reis’in esir düştüğünü duyunca fena halde canı sıkıldı. Hemen donanmasını alarak İtalya sahillerine gelerek her tarafı tehdit ettikten sonra Cenova’yı top ateşine tuttu. Cenovalılar Barbaros’tan ne istediğini sordukları zaman: Derhal Turgut’u teslim ediniz!..Diye haber gönderdi. İtalyanlar bunu cana minnet bilerek, Turgut’u Barbaros’a teslim ettiler. Turgut Reis bu suretle esaretten kurtuldu. Bundan sonra Turgut Reis, Barbaros’la beraber Preveze Deniz Savaşı’na katıldı. Turgut Reis, bu zaferden sonra tekrar Akdeniz’e çıkarak bütün sahilleri vurmaya başladı. 1548 yılında filosu ile Napoli’ye giderek bir kaleyi zaptetti, birçok ganimet elde etti. Bundan sonra Trablusgarb’a para götürmekte olan Malta Şövalyelerinin kadırgalarını zaptetti. Avrupalılar Cebre adasını kendisine karargah yapmış olan Turgut’u yakalamak için kuşattılar. Fakat Turgut Reis, gemilerin yağlı kızaklarla karadan yürütmek suretiyle adanın arka tarafına geçerek Akdeniz’e açılmaya muvaffak oldu. Düşmanlar Turgut’u sıkıştırdıklarından emin sevine dursunlar, o onlara yardıma gelen bir gemiyi zaptetmek suretiyle kendilerine bir ders verdi. Kanuni Sultan Süleyman, Turgut Reis şöhretini duyunca, onu devlet hizmetine aldı. Karlıeli Sancağı da kendisine verildi. Fakat Sadrazam Rüstem Paşa, Turgut’u hiç çekemiyordu. Çünkü kardeşi Kaptanı derya Sinan Paşa’ya rakip kabul ediyordu. Turgut Reis bu entrikalardan üzüntülü olarak Tunus’a çekildi. Fakat Kanuni ona hediyeler göndererek gönlünü aldı. Ayrıca Trablusgarb’ı fethederse, oraya kendisini vali tayin edeceğini de bildirdi. Turgut, padişahın bu arzusunu yerine getirmek için Trablusgarb’ı fethetti. Bunun üzerine Beylerbeyi rütbesiyle Trablusgarb valisi tayin olundu. Bu suretle de paşalık rütbesine kavuştu. On bir yıl Trablusgarp’ta valilik yaptı. Turgut Reis, Trablusgarb ve Bingazi’de valilik yaparken, Malta adasındaki şövalyeler rahat durmuyorlardı. Burası bir korsan yatağı olmuştu. Günün birinde Mısır’dan gelen bir Türk gemisini Malta korsanları zaptettiler. Bunu duyan Kanunî: Bu eşek arılarını Malta kovanından kışkırtınız! Diyerek bir donanma hazırlattı. 1564 yılında 181 gemiden oluşan bir donanma hazırlandı. Otuz bin kişilik bir kuvvet de gemilere bindirildi. Donanma kumandanlığına Piyale Paşa tayin olundu. Askerî serdarlığa da Kızıl Ahmetli Şemsi Paşa, biraderi Dördüncü Vezir Mustafa Paşa seçildi. Turgut Reis de donanmasıyla Malta’ya hareket etti. Donanma Malta’ya gelerek karaya asker çıkardı ve orada kanlı bir savaş yapıldı. Turgut Reis çok kuvvetli bir kalenin karşısına bir tabya yapmakla meşgul olurken, düşman istihkamlarından atılan bir gülle, yanında bulunan bir kayaya çarptı, bu kayadan kopan bir parça Turgut Reis’in başına isabet ederek seksen yaşında bulunan bu kahramanın başını parçaladı. Akdeniz’in ihtiyar kaplanı, aldığı bu yara dolayısıyla ağzından ve burnundan kanlar boşalarak yere yığıldı. Turgut Reis’in şehit olduğunu gören Serdar Mustafa Paşa, omuzundaki kaputunu bu ihtiyar şehidin üzerine örttü. Tabya bitince, Turgut Reis’in cesedini çadırına getirdiler. Turgut Reis Malta Adasında 1565’te şehit düştü. Naşını alarak Trablusgarb’ta yaptırılan bir türbeye defnettiler. Turgut Reis, denizcilik tarihinin Barbaros’tan sonra en büyük kahramanıdır. |
![]() |
![]() |
![]() |
#118 |
|
![]()
TİRYAKİ HASAN PAŞA
Tİiryaki Hasan Paşa, Kanije Kalesi savunmasının efsanevî kahramanıdır. O, dört bin Türk askeri ile kırk bin kişilik bir düşman ordusuna yetmiş gün dayandıktan sonra onları perişan etti. Bu olay dünya tarihinin şanlı bir sayfasıdır. Tiryaki Hasan Paşa, Enderûn’da (Saray okulu) yetişmişti. 1574’te bir süre sarayda Sultan III. Murad’ın yanında çalıştı. Sonra yirmi yıl kadar Zigetvar Beyi ve Beylerbeyi oldu. Tiryaki Hasan Paşa, bir savaşta tek başına çarpışmayı göze alan cesur bir komutandı. Bir süre de Bosna ve Kanije Beylerbeyi oldu. Hasan Paşa, Kanije kumandanı iken bir gün, Romalı, İspanyol, Fransız ve Macarlardan oluşan kırk bin kişi kadar bir düşman ordusu tarafından kalesinin kuşatılmış olduğunu gördü. Bu on misli üstün güç karşısında Tiryaki Hasan Paşanın cesareti kırılmadı. O, yılmadı ve yetmiş gün düşman kuşatmasına dayandı. Bu arada bir çok askerlik oyunları ve hileleri ile düşmanı darmadağın etti ve birçok silahı ganimet olarak ele geçirdi. Bu eşsiz zafer, Hasan Paşanın ismini yükseltti ve şöhretini arttırdı. Kendisine vezirlik rütbesi elmaslı bir kılıç ve üç at gönderilerek tebrik edildi. Tiryaki Hasan Paşa uzun süre Bosna ve sonra Rumeli genel valiliği yaptı. Bu sırada bir çok eşkıyayı sindirerek memleketin âsâyişini korudu. Tiryaki Hasan Paşa 1611 yılında öldü. |
![]() |
![]() |
![]() |
#119 |
|
![]()
TUĞRUL BEY
Tuğrul Bey, Selçuk Bey’in torunudur. Babası Mikail bir savaşta şehit düşünce, Selçuk Bey tarafından Cend şehrinde yetiştirildi. Selçuk Bey’in 1000 veya 1007 yılında vefatı ve amcası Arslan Bey’in ise, Gazneli Mahmut tarafından esir edilmesi üzerine, 1025 yılında Selçuklu Hanedanı’nın başına geçti. Tuğrul Bey’in ilk yılları, yurt aramak ve dağınık haldeki Müslüman-Türk göçebelerini toparlamakla geçti. 1034 yılında 7-8 bin şehit verdiği savaşta Şah Melik’e karşı ilk mağlubiyetini aldı. 1035 yılında ise ilk zaferini Gazne Hükümdarı Mesut’a karşı elde etti. Bu zafer ile, Selçukluları mültecilikten kurtarıp, ülke sahibi bir devlet haline getirdi. Nişabur’u başkent seçen Tuğrul Bey, 1038 yılında ilk kez burada Es-Sultanu’l-Muazzam (Büyük Sultan) unvanı ile kendi adına hutbe okuttu. Daha sonra Gaznelilerle çeşitli tarihlerde savaşan Selçuklular, Tuğrul Bey’in 1040 yılındaki en meşhur zaferi olan Dandanakan Meydan Muharebesiyle, yıkılma tehlikesini bertaraf ettiler. Başkent 1043 yılında Nişaburdan, Çağrı Bey’in komutanı İbrahim Yinal tarafından fethedilen Rey’e nakledildi. 1058’de Abbasi Halifesi, ‘Cenab-ı Hakk’ın kendisine tevdi ettiği bütün ülkeleri Tuğrul Bey’e devrettiğini’ bildirdi. Tuğrul Bey 1060’ta Mısır Fatımilerini, bir daha toparlanamayacak şekilde bozguna uğrattı. Tuğrul Bey dönemine kadar, Bizans’a karşı sürekli savunma durumunda olan İslam dünyası, Tuğrul Beyle birlikte karşı atağa geçti. Bizans elindeki Anadolu’ya ilk giren Türk Sultanı da Tuğrul Bey oldu. Tuğrul Beyin amcası Musa Yabgu’nun oğlu Şehzade Hasan, 1048’de Zap Nehri kenarında Bizanslılara mağlup olmuştu. Bunun üzerine Tuğrul Bey tarafından gönderilen İbrahim Yinal ve Kutalmış, Bizans ordusunu Bascan (Hasankale)’da 18 Eylül 1049’da mağlup etti ve kumandanları Liparites’i esir etti. Tuğrul Bey, Erciş ve Bergri kalelerini de fethederek, Anadolu’nun kilidi olan Malazgirt önünde ordugah kurdu. Fakat Malazgirt, Tuğrul Bey’e nasip olmadı. Bağdat ve Rey’i imar eden Tuğrul Bey, yakalandığı hastalık yüzünden 5 Eylül 1063 Cuma günü vefat etti. |
![]() |
![]() |
![]() |
#120 |
|
![]()
ULUBATLI HASAN
Ulubatlı Hasan, İstanbul surları üzerinde ilk Türk sancağını dikerken şehit düşen yiğit askerdir. 1428 yılında Bursa'nın Ulubat köyünde doğdu. Fatih Sultan Mehmet'in kumandasında Ordu-yı Hümayun'a asker olarak İstanbul kuşatmasına katıldı. 1453 yılındaki büyük taarruz sırasında İstanbul surları üzerine ilk Türk sancağını dikerken şehit düştü. Fethin bayraklaşmış bir kahramanı olarak adı beş yüz yıldan beri gönüllerde yaşar. Ulubat'ta adına dikilmiş bir anıt vardır. İstanbul tam 53 günden beri muhasara altındaydı. 23 yaşındaki genç padişah ve dâhi kumandan II. Mehmet Han, bu süre içinde gösterdiği akıl almaz askerlik mucizeleriyle Bizanslıları şaşkına çevirmişti. Koca Bizans İmparatorluğu çatırdıyordu. Son günlerini yaşıyordu. Artık belliydi bu. 28 Mayısı 29 Mayısa bağlayan gecenin sabahına doğru, mehter “gülbanklar” vurmaya koyulmuş ve Bizans surlarının karşısındaki ordugâhta hummalı bir faaliyet başlamıştı. Ulu Hâkan, hücum emrini vermişti. O akşamki tarihî nutku bütün askerin kulaklarında çınlıyordu: – Ey benim paşalarım, ağalarım, beylerim! Bu şehr-i Konstantiniye cenginde silâh arkadaşlarım, yiğitlerim! Sizleri buraya, kararlaştırdığım umumî taarruzda şimdiye kadar gösterdiğinizden daha büyük fedakârlık ve cesaret istemek için topladım. Cihanda ün salmış bir şehri zaptedeceksiniz. Şehr-i Konstantiniye'de mahalle mahalle, bu şehri zapteden kahramanlar olarak adınız şan ve şerefle anılacaktır... Asker, Peygamberimizin, şüheda için en büyük cennet makamını müjdelediği zafere ve bu zaferin uğrunda şehitlik şerbeti içmeye susamıştı. Beyaz atının üzerindeki genç kumandan, kılıcını çekmiş, davudî sesiyle âdeta gürlüyordu: – Evlâtlarım, yiğitlerim, şahbazlarım, yürüyün... Zafer sizindir ... Asker, saflar halinde atılıyordu. 53 günden beri o mucize topların döve döve hamurlaştırdığı surların üzerine doğru yüklenen bir insan seli vardı. “Allah Allah” sesleri bir uğultu halinde semâyı kaplıyordu. On binlerce meşalenin sarı aydınlığı üstüne, henüz güneş doğmamıştı. Serdengeçtiler, surların, kalelerin üzerine yalın kılıç atılıyorlardı. Kalelerden, surlardan taş yağıyordu. Ok yağıyordu. Kızgın yağ ve alev alev yanan katran yağıyordu. Sultan Mehmet Han, kahraman ordusuyla ve olanca ağırlığıyla yükleniyordu Bizans surlarının üzerine... Serdengeçtileri fedaîler, fedaîleri de başıbozuk askerler takip etmişti... Tanyeri ağarırken sıra üçüncü safa gelmişti. Üçüncü hücum kolunu, ordunun en seçkin askerleri teşkil etmekteydi. Bursa'nın Ulubat köyünden Hasan da vardı bu safın arasında. Ordunun bayraktarıydı. Bir elinde kılıcı, bir elinde sancağı şahlanmıştı... Ve kulaklarında Sultan Mehmet Han'ın bir akşam evvel irad ettiği büyük nutkun sözleri tane tane uğulduyordu: – Surlar vakıa bir harabe haline gelmiştir amma, surlar üzerine atılacak yiğitler büyük bir tehlike ile karşılaşacaklardır. Maharetimiz ve cesaretimiz her şeyin üstündedir. Zafer rüzgârı bizden yana esecektir. Konstantiniye bizim olacaktır... Bursa'nın Ulubat köyünden bayraktar Hasan da yaklaşmıştı surların üzerine. İri parmaklarıyla gönderini sımsıkı kavradığı şanlı bayrağı, elindeki o kutsal emaneti mutlaka surların üzerine dikmeyi aklına koymuştu Hasan. Hilâlli sancağın surların üzerinde dalgalandığı anda düşman için her şeyin bitmiş olacağına inanıyordu. Bir fırsatını buldu Ulubatlı Hasan. Elindeki kılıcını savurarak sur harabeleri üzerine doğru atıldı. Birkaç yiğit de kendisini takip etmişlerdi. Hasan en önde idi. Bir yandan kılıcını sallıyor, bir yandan da hilâlli sancağı gözlerini diktiği burca doğru ulaştırmaya çalışıyordu. Bu cehennem ateşinin ortasında, koç yiğitler yiğidi Hasan, Eğrikapı tarafındaki burcun üzerine çıkmayı başardı. Sancağı dikti o burcun üzerine. Fakat aynı anda mancınıkla atılan büyük bir taşın ağırlığı altında dizleri üstüne düşüverdi. Doğrulmaya çalıştı. Fakat aynı anda üstüne belki otuz, belki kırk ok birden yağdı. Oracıkta yere yığılıverdi. Peçevî'nin ünlü tarihinde “Adem ejderhası” olarak vasıflandırdığı dev cüsseli yiğit Ulubatlı Hasan'ın diktiği sancak, o anda Bizans'ın tüm ümidini yitirivermişti. Türkün bayrağı ve yeniçerinin serpuşu artık surların üzerinde idi. Elli üç günlük direnişi kökünden tüketen an gelmişti. Öte yandan sancağın Bizans surları üzerinde dalgalandığını gören Türk askeri coşmuş ve bir ok gibi atılmıştı ileri. Nihayet Hazret-i Peygamberimizin müjdelediği tarihî ve kutsal an gelip çatmıştı. 23 yaşındaki Sultan Mehmet Han secdeye gelerek Ulu Tanrıya şükretti. O andan itibaren genç hükümdar ve kumandan “Fâtih” unvanını da almış oluyordu... |
![]() |
![]() |
![]() |
Etiketler |
buyukleri, dan, turk |
|
|