![]() |
#1 |
![]()
Tarihdeki Önemli Suikastler
-------------------------------------------------------------------------------- Hitler'e Suikast Haziran 1944'te Müttefikler tarafından yapılan Normandiya çıkartması, Almanya'da umutsuzluğu iyice artırmıştı. Fakat Hitler, sonuna kadar direnme niyetini belirtiyor, çok yakın bir zamanda işitilmedik silahların kullanılacağını bildiriyordu. Ona göre bu korkunç silahlar, savaşı derhal Almanya lehine sonuçlandıracaktı. Hitler'in sözünü ettiği "işitilmedik silah" Amerikan ve İngiliz bilginlerinin de üzerinde çalışmakta oldukları atom bombasıydı. Alman bilginleri, atom bombasını gerçekleştirme yansısında geri kalıp, bu korkunç silahı zamanında yetiştiremezlerse, Hitler, Berchtesgaden dolaylarındaki sığınağa çekilerek, kendisiyle birlikte Almanya'yı da uçuruma sürükleyecek delice planlar tasarlıyordu. Almanya'da, daha savaşın başından beri, Hitler'i ortadan kaldırıp ülkelerini felâketten kurtarmaya çalışan sağduyu sahibi kişiler de vardı. Bunlar, Hitler'i öldürerek Müttetiklerle barış yapmayı düşünüyorlardı. Bu amaçla da 1941 yılından beri birkaç suikast girişiminde bulunmuşlar fakat hiç birinde başarı kazanamamışlardı. Amiral Canaris ve Kont Helmuth von Moltke tarafından yönetilen ve aralarında Schacht, Belçika Valisi Von Falkenhausen, Mareşal Rommel, Von Beck, Fransa Valisi Karl Heinrich von Stulpnagel, Von Hassel gibi general ve devlet adamları bulunan bir grup, Hitler'i devirdikten sonra yerine Feldmareşal Vitzleben’i geçirmeyi kararlaştırmıştı. Ne var ki, Gestapo bu komployu haber almış ve Kont Moltke 1944 Ocak ayında tutuklanmıştı. Onun tutuklanması, ötekilerinin çalışmalarını durdurmamış ve 1944 Temmuzunda Hitler'e son ve en önemli suikastı yapmışlardı. Hitler, daha öncekilerden olduğu gibi, bundan da kurtuldu ve suikastı düzenleyenlerin tümünü ortadan kaldırdı. 20 Temmuz 1944'te yapılan bu suikaste geçmeden önce, başarısızlıkla sonuçlanan öbür suikastlardan da söz etmek gerekir. 4 Ağustos 1941'de Merkez Grubu Ordusu, Borisov'daydı. Bu ordu Feldmareşal Von Bock'un komutası altındaydı. Ordu karargâhı, Hitler'i tutuklayıp mahkeme önüne çıkarmaya kararlı subaylarla doluydu. Bunların başında Orgeneral Von Treckow'la yardımcısı Teğmen Von Schlabrendorff'du. Von Bock, ancak girişim başarıya ulaşırsa yardım vaadinde bulundu. Hitler, Borisov'daki Merkez Grubu Ordusu karargâhına geldiğinde, suikastçılar şaşkınlık ve korkudan hiç bir şey yapamadılar. Kalabalık bir koruyucu çemberi içindeki Hitler'in yanına suikastçılar yanaşamadılar bile. 13 Mart 1943'te, Stalingrad'ta Alman ordularının yenilgiye uğramalarından hemen sonra, Hitler'e ikinci bir suikast düzenlendi. Merkez Grubu Ordusu karargâhı o sırada Smolensk'de bulunuyordu. Komutan değişmiş, Von Bock'un yerine Feldmareşal Von Kluge getirilmişti. Tresckow'la Schlabrendorff, aynı teklifi Von Kluge'ye yaptılar ve aynı karşılığı aldılar. Von Kluge, suikast başarıya ulaşırsa yardıma hazır olduğunu söyledi. Hitler'in pek yakında karargâhı ziyaret edeceği biliniyordu. Canaris ve öteki komplocu subaylar, Smolensk'e plastik bombalar ve sigorta tapaları getirdiler. Hitler karargâha geldi ve ayrılmasına yakın suikastçılar hareket geçtiler. Tresckow ve Schlabrendorff iki konyak şişesine bomba yerleştirip Hitler'in maiyet subaylarından Albay Brandt'a vererek, Rastenburg’daki bir arkadaşlarına götürmesini istediler. Brandt, şişeleri yerine ulaştırmak üzere aldı. Bombalar, Hitler'in uçağının havalanışından yarım saat sonra patlayacak şekilde ayarlanmıştı. Suikastçılar, Berlin ve Smolensk'de heyecanla sonucu beklerlerken, Hitler'in uçağının Rastenburg'a sağ salim indiği haberini şaşkınlık içinde öğrendiler. Bunun üzerine teğmen Schlabrendorff, büyük bir soğukkanlılıkla Hitler'in karargâhına giderek, her şeyden habersiz Brandt'dan, içine bomba yerleştirilmiş konyak şişelerini alarak, yerine gerçek konyak şişeleri verdi. Suikastçılar, bombaların patlamayışını Hitler'in uçağının çok yüksekten uçmasına ve bu nedenle tapa sigortasının çalışmamasına yordular. 21 Mart 1943'te Hitler'e üçüncü suikast girişiminde bulunuldu. Hitler'i öldürmeyi kafasına koyan Orgeneral Von Tresckow, Führer'in Berlin'de, Unter den Linden'deki Şehitler Anıtı binasında yapılan kahramanları anma törenine katılmasından yararlanmak istedi. Bu sefer Albay Von Gresdorff, kaputunun ceplerine iki bomba yerleştirerek binanın içinde beklemeye başladı. Hitler'in ziyaretinin yarım saat süreceği daha önceden bildirilmişti. Fakat Hitler, binada ancak 8 dakika kaldı ve suikast girişimi de suya düştü. Yine 1943 yılının kasım ayında, Hitler'e dördüncü suikast düzenlendi. Rusya'daki ordu için Hitler yeni kaput modelleri seçmişti. Axel von dem Bussche adındaki genç bir subay, kaputu giyip bir manken gibi Hitler'in karşısına çıkacaktı. Kaputun her cebinde birer bomba bulunacak ve bunları ateşleyerek, kendisiyle birlikte Hitler'i de havaya uçuracaktı. Fakat Hitler, model seçme işini durmadan erteliyordu. Sonunda 30 Kasım günü, Hitler'in kaput modelini seçeceği bildirildi. Bir gün önceden, Bussche'ye kaput ve bombalar verildi. O gece kaput deposu, müttefiklerin bir hava akını sonunda bombalanarak yandı. Böylece, Hitler’in kaput seçme işiyle birlikte, suikast planı da suya düştü. Hitler'in muhalifleri, suikast girişimlerindeki başarısızlıklarına rağmen, yollarından dönmüş değillerdi. Bu sefer de Albay von Stauffenberg'i sahneye çıkardılar. Stauffenberg 1942 yılında, Kuzey Afrika'da bir mayın tarlasına düşerek ağır yaralanmıştı. Patlama sonunda, sağ koluyla sol elinin iki parmağı kopmuş, sol gözü de kör olmuştu. Aylarca hastanede yaşama savaşı verip iyileşince, Hitler'in muhalifleri, bu morali bozuk ve Almanya'nın geleceğinden umudunu kesmiş von Stauffenberg'e çengel atmakta gecikmediler. Stauffenberg'in ilk suikast denemesi 11 Temmuz 1944'te oldu. Albay, Hitler'le bir toplantıya katılmak için Obersalzberg'e gitti. Çantasında patlamaya hazır bir bomba vardı. Fakat, toplantı o gün yapılmadığından, suikast da gerçekleşmedi. 15 Temmuz 1944'te Hitler'in karargâhı Doğu Prusya'da Rastenburg'da Goering ve Himmler'in de katılmasıyla bir toplantı yapılıyordu. Stauffenberg de toplantıdaydı. Tam tapa sigortasını çalıştıracağı sırada, Hitler odadan dışarı çağrıldı ve bir daha da geri dönmedi. Führer bir kere daha rastlantı ve şans sonucu ölümden kurtulmuş oluyordu. 20 Temmuzda yapılan toplantıda. Kurmay Albay Stauffenberg de bir rapor okuyacaktı. Albay, Mussolini'nin ziyareti dolayısıyla toplantının saat 13 yerine 12,30'da yapılacağını ve görüşmelerin yeraltı salonundan "Misafirler Pavyonu"na alındığını öğrenince canı sıkıldı. Çünkü Misafirler Pavyonu uzun, tahta bir yapıydı. Bombanın patlamasına ince duvarlar ve çatı fazla bir direnme göstermeyeceğinden, etkisi de o ölçüde az olacaktı. Fakat artık ilk adım atılmıştı ve geriye dönmek düşünülemezdi. Albay Stauffenberg, pavyona girmeden önce kapıda kısa bir süre duraklayarak eğildi, çantanın içindeki bombanın mekanizmasını sağlam kalan üç parmağıyla çalıştırdı. Salonda sayıları yirmiyi bulan yüksek rütbeli subay bulunuyordu. Ortadaki masada büyük bir kurmay haritasının üzerine eğilmişlerdi. Hitler, büyük bir dikkatle anlatılanları dinliyordu. Feldmareşal Keitel, bir ara Stauffenberg'in kulağına eğilerek: "Raporunuzu general Heusinger'den sonra okuyacaksınız.. Onun için Führer'in yakınında bulunun." dedi. Stauffenberg elindeki çantayı, masanın altındaki ağır tahta desteğini Hitler'in en yakın tarafına dayadı. Albay Stauffenberg, birkaç ay önce İhtiyat Orduları Başkomutanı General Fromm'un emir subaylığına atandığından, bu çok gizli toplantıya katılma olanağını bulmuştu. Albay Stauffenberg Hitler, ihtiyat tümenlerinin Rus saldırısını önleyecek güçte olup olmadıklarını öğrenmek istiyordu. Stauffenberg, raporunda Hitler'e bu konuda bilgi verecekti. Çantayı Hitler'in yanına bıraktıktan sonra, Berlin'le bir telefon konuşması yapmak için Keitel'den izin alarak dışarı çıktı. O sırada General Heusinger, Doğu Cephesi hakkındaki raporunu bitirmek üzereydi. Tam bu sırada, bir yıl önce "konyak" şişelerini taşıyan Albay Brandt, masanın altındaki çantayı gördü. Hitler'i rahatsız edebilir düşüncesiyle çantayı durduğu yerden alıp desteğin öbür yanına dayadı, içinde bomba bulunan çanta, şimdi Hitler'in oldukça uzağına gitmişti. General Heusinger, raporunun son satırlarını okurken, Feldmareşal Keitel yanındaki General Buhle'ye dönerek: "Stauffenberg nerede kaldı?" diye sordu. "Konuşma sırası ona geldi." Albay Stauffenberg o sırada, Misafirler Pavyonu'nun oldukça uzağında. Teğmen von Haeften'le birlikte zırhlı bir otomobilin içinde, bombanın patlamasını bekliyordu. Saat on ikiyi elli geçerken, Misafirler Pavyonundan korkunç bir patlama duyuldu. Pavyonun çatısı çökmüş, camlar paramparça olmuştu. Barakanın üzerinde siyah bir duman tabakası yükseliyor, yaralıların, ya da can çekişenlerin iniltileri, acı bağırışları duyuluyordu. Albay Stauffenberg ve Teğmen von Haeften, olanları büyük bir soğukkanlılık içinde izliyorlardı. Bir yardım ekibinin pavyona koştuğunu ve sedyeyle bir cesedi dışarıya çıkardıklarını gördüler. Stauffenberg, çıkarılan cesedin Hitler'e ait olduğundan zerre kuşkusu yoktu. Çünkü çantayı Hitler’in ayakları dibine bırakmıştı. Teğmen Haeften'e: "Hitler'in cesedini çıkardılar!.. Çabuk gidelim.." diye bağırdı. Stauffenberg olaydan yarım saat kadar sonra, bir uçakla Berlin'e gitti. Milli Savunma Bakanlığında, General Olbricht'in odasında yirmiye yakın subay toplanmış heyecan ve merak içinde sonucu bekliyordu. Saat 15,15'te Stauffenberg, Hitler'in ölüm haberini bekleyen subaylara telefon etti : "Hava alanındayız. Bize bir araba gönderin.. Hitler öldü!.." Oysa o sırada Hitler, karargâhın istasyonunda, Mussolini'yle Mareşal Graziani'yi getirecek treni bekliyordu. Ölmemişti. Patlama sırasında saçları kavrulmuş, sağ bacağı yanmış, sağ koluna da hafif bir felç gelmişti. Albay Brandt'la Hitler'in sağındaki iki general ve bir stenocu hemen ölmüşlerdi. Hitler, kendisini yerden kaldırmaya çalışan Keitel'e: "Yeni pantolonum pek de güzeldi, bana bir üniforma getirsinler..)" demişti. Patlamadan üç saat sonra iyice kendine gelmiş, Mussolini'ye havaya uçurulan barakayı göstermişti. General Olbricht, Albay Stauffenberg'den aldığı haberi İç Güvenlik Ordusu Kumandanı General Fromm'a bildirdi. Ancak General Fromm, Hitler'in ölüm haberini kuşkuyla karşıladı. Hitler'in karargâhıyla bağlantı kurmak ve Führer'in kesin olarak ölüp ölmediğini öğrenmek istedi. Az sonra Feldmareşal Keitel telefonda şunları söylüyordu : "Yok efendim, saçma. Bir suikast oldu ama Führer kurtuldu. Şu anda Duçe'yle görüşüyor.." General Olbricht, Keitel'in yalan söylediği inanandaydı. Az sonra Stauffenberg de Milli Savunma Bakanlığına geldi. Albay kesin konuşuyordu : "Konferans salonu yerle bir oldu, uçuşan cesetler gördüm, oradan tek kişinin canlı çıkması mümkün değil.." Ona, Keitel'in telefonda söyledikleri tekrarlanınca: "Onu bilmem, ama Hitler'in öldüğünü gördüm." dedi. Komplocular, Stauffenberg'in bu sözleri üzerine harekete geçtiler ve Almanya'nın dört bir yanma, işgal altındaki ülkelere telgraf ve telefonlarla durumu bildirip taraftarlarının daha önce hazırlanan planı uygulamasını istediler. General Fromm, Hitler'in öldüğüne inanmamıştı. Stauffenberg’e : "Sizin yapacağınız, şimdi beyninize bir kurşun sıkmak. Çünkü suikast başarıya ulaşmadı." dedi. General Olbricht'in de tutuklanması gerektiğini ileri sürüyordu. Fakat, Olfbricht'le Stauffenberg onu tutuklayarak, yandaki odaya hapsettiler. Komplocular beş saat süreyle Berlin'i ellerinde tuttular. Akşama doğru, Hitler'in yaşadığı kesin olarak anlaşılınca, ne yapacaklarını bilemez duruma geldiler. Suikastçıların Paris kolu, daha üstün bir başarı gösterdi. Fransa Valisi Karl Heinrich von Stulpnagel, bütün S.S. ve S.D.’leri (Partisi Casusluk Örgütü) bir Fransız hapishanesine doldurmakta güçlük çekmedi. Daha sonra ordu komutanı von Kluge'ye giderek Nazi Yüksek Komutanlığına karşı gelmesini ve barış için girişimde bulunmasını istedi. General von Kluge ona şunları söyledi "Domuz ölmüş olsaydı, bunu yapardım..." Öte yanda, Berlin'de de Naziler karşı harekete geçmişlerdi. Plan gereğince Propaganda Bakanlığına gidip Goebbels'i tutuklaması gereken Yarbay Remer, orada bir emir alıyordu: "Derhal Goebbels'in emrine giriniz. Führer' in emridir." Yarbayın duraksadığını gören Goebbels, elinde tuttuğu telefon ahizesini Remer'e uzattı. "Beni tanıdınız mı Yarbay Remer?" "Evet Führer'im tanıdım." "Yarbay Remer, şimdi emirlerimi iyi dinleyin. Şu andan itibaren Berlin'de duruma siz hâkim olacaksınız, tam yetkilisiniz. Generallere, mareşallere bile emir verebilirsiniz. Karşı duranları acımadan temizleyiniz. Doğrudan doğruya Führer adına hareket edeceksiniz." Yarbay Remer, Goebbels'i tutuklamak için geldiği Propaganda Bakanlığından, az sonra, kendi arkadaşlarını yakalamak için harekete geçti. Goebbels'i tutuklamaya hazırlanan birliğine şu emri verdi: "Hazır ol!.. İstikamet Savunma Bakanlığı!. İleri..." Akşam saat sekize doğru Yarbay Remer'in askerleri Savunma Bakanlığını ele geçirmişlerdi. Çarpışmada ilk vurulan Albay Stauffenberg oldu. Sırtına bir kurşun saplanmıştı. Bu arada Fromm da hapsedildiği odadan çıkmış ve kumandayı yeniden ele almıştı. Alelacele bir Harp Divanı kuruldu. Komplocuların hemen hemen hepsi yakalanmıştı. General von Beck, Fromm'a tabancasının kendisinde bırakılmasını istedi. Fromm: "Peki, işinizi kendi elinizle bitirecekseniz buyrun, ama çabuk olun!." dedi. Fakat von Beck, beynine yönelttiği namluyla hedefini bulamadı ve hafif yaralı olarak bir koltuğa yığıldı. Harp Divanı, beş dakika sonra kararını General Fromm ağzından şöyle açıklıyordu : "Führer adına karar veren Divan, General Olbricht'i, Kurmay Albay Mertz von Quirnheim'i, Albay Stauffenberg'i ve Teğmen von Hasften'i idama mahkûm etmiştir..." Von Beck, eline verilen ikinci tabancayla da intihar edemeyince, bir başkasının yardımıyla "işi bitirildi." İdama mahkûm edilenler, hemen oracıkta, Savunma Bakanlığının avlusunda kurşuna dizildiler. Komplocuların Paris'teki lideri von Stulpnagel olaydan sonra intihar etmek istemiş fakat yalnızca gözleri kör olmuştu. Geri kalan sanıklarla birlikte yargılanarak 20 Ağustosta asıldı. Mahkemenin Başkanı ayrı bir âlemdi. Suikastçılara açıkça küfrediyor, polis tarafından kemeri alınan ve sık sık pantolonunu çekiştirmek zorunda kalan, komplocuların Hitler'in yerine devlet şefi olarak düşündükleri Von Vitzleben'e : "Seni ahlâksız ihtiyar seni, neden durmadan pantolonunu karıştırıyorsun!" diye bağırıyordu. Von Stulpnagel, intihar teşebbüsünden sonra hastanede yatarken : "Rommel!. Rommel!.." diye sayıklamıştı. İlk önce kimse, suikast olayında Rommel'in de parmağı olacağına inanamamıştı. Çünkü, suikasttan üç gün önce Mareşal Rommel, 17 Temmuzda Kuzey Fransa'da, otomobiline ateş açan bir İngiliz uçağı tarafından ağır yaralanmıştı. Gestapo soruşturmayı derinleştirince, Mareşal Rommel'in de komplocularla birlik olduğunu ortaya çıkardı. 13 Ekim 1944 günü, iyileşmeye yüz tutan Rommel, Herrlingen'deki evinde dinlenirken Feldmareşal Keitel'den bir mektup aldı. Mektupta olaylar özetleniyor ve suçlamalar doğruysa, şerefli bir insanın nasıl davranması gerektiğini Rommel'in bileceği ileri sürülüyordu. Mektubu getiren subaylardan General Burgdorff, Mareşal Rommel'e : "Sayın Mareşalim, gelirken bir kutu zehir getirdim. Ampul halinde.. Bunları kullanmak isterseniz, Führer'in cenazenizin askerlik geçmişinize yaraşır ulusal bir tören olarak yapılacağına dair mesajını da size iletmekle görevliyim." dedi. Rommel, karısı ve çocuklarıyla vedalaştıktan sonra, mareşal üniformasını giymiş olarak General Burgdorff ve General Maisel in yanma döndü. Daha sonra, içinde General Maisel'in de bulunduğu bir otomobil, Rommel'i yakındaki bir koruluğa götürdü. Burada General Maisel, yanına şoförü de alarak Rommel'i otomobilde yalnız bıraktı. Geri döndüklerinde Mareşal Rommel can çekişiyordu. Hastaneye götürülürken de yolda öldü. Yapılan resmi açıklamada, Rommel'in kalp durması sonucu öldüğü bildiriliyordu. Goering, Dönitz ve Jodl gibi Nazi ileri gelenleri bile, Rommel'in gerçek ölüm sebebim bilmiyorlardı. Rommel için parlak bir cenaze töreni düzenlendi. Ulm alanında yapılan törende Führer'in özel temsilcisi olarak konuşan Mareşal Rundstedt. Rommel'der, "Alman Kumandanlarının en büyüklerinden biri olarak tarihe geçtiğini” söyledi. Malcolm X Suikasti "Biz Tanrı'nın kullarıyız ama aynı zamanda da onun örneğiyiz!.." Topluluk hep bir ağızdan bağırır: "Ne demek istediğinizi açıklayın Hoca Efendi!.." "Demek istiyorum ki. Tanrı da bizim gibi siyahtır!.." "Tanrı büyüktür!.." "Tanrı Dünya’yı yaratırken kendisi de orada bulunuyordu." "Doğru!.. Doğru!.." "Öyleyse biz de Dünya yaratılalı beri yeryüzünde bulunuyoruz." Topluluk sevinç ve coşkunluk içinde bağırarak ayağa kalkar: "Doğru... Haklısın!.. Elbette!.." "Mavi gözlü beyaz adam, üstün olduğunu ileri sürüyor. Ona atalarının bizler olduğunu anlatmanın zamanı geldi de geçti bile!.." "Daha açık konuşun Hoca Efendi, bize her şeyi açıklayın." Konuşmacı, Harlem'in bir sokağında toplanmış üç binden fazla dinleyiciye şöyle sesleniyordu: "Eğer söylediklerimi can kulağıyla dinlerseniz; siyahların beyazlardan niçin daha üstün olduğunu anlayacaksınız." "Dinliyoruz, anlatın." "Siyah temel renktir. Başka herhangi bir rengi, öteki renkleri birbirine karıştırarak elde edebilirsiniz ama, siyahı bu yoldan elde edemezsiniz. Siyah ancak siyahtan meydana gelir. Siyah da temel ve en güçlü renk olduğuna göre, en iyi renk demektir, öyle değil mi?" "Evet, öyle..." "Bu durumda iyilik de, Tanrı da siyahtır!.. Bir insan ne kadar siyahsa, o kadar iyidir. Bir insan ne kadar beyazsa o kadar siyahlıktan uzaktır. Yani, iyi olmaktan o kadar uzaktır!.. Haklı mı yoksa haksız miyim?" "Haklısınız!.." "Sözün kısası; beyaz adam ahlâk bakımından bütünüyle kokuşmuş bir yaratıktır. Bir yılan, bir şeytan; yeryüzünden yok olması, silinip süpürülmesi gereken bir insandır!.." Dinleyiciler büyük bir coşkunluk içinde kendilerinden geçmiş, konuşmacıyı çılgınca alkışlıyorlardı. Bu konuşmacı, Amerika'daki zenci Müslümanların büyük önderlerinden Malcolm X'di... Bir zenci papazın oğlu olarak Nebraska eyaletinin Omaba şehrinde dünyaya gelen Malcolm X, Müslümanlığı kabul ettikten sonra Malik Şahbaz adını almıştır. Çocukluğu açlık ve üzüntü içinde geçmişti. O doğduktan kısa bir süre sonra ailesi Michigan'ın Lansing şehrine göç etmişti. Altı yaşındayken ırkçı Amerikalıların kurduğu Ku Klux Klan'cılar tarafından evleri yakılmıştı. Malcolm X, yıllar sonra yangın olayını şöyle anlatmıştır: "İtfaiye geldi, fakat yanan evimizi kurtarmak için hiç bir yardımda bulunmadı. Yangına bir damla su sıkmadı. Baba evimizi yakan ateş, hâlâ aynı şiddetle yüreğimi yakmaktadır." Malcolm'un babası, çoluk çocuğunu geçindirmek için ufak bir dükkân açmıştı. Çok geçmeden cesedi, kafatası tanınmayacak ölçüde ezilmiş durumda, bir tramvayın altında bulundu. Bu iki olay, küçük Malcolm'un hayatında derin izler bırakmış, büyüdüğünde Müslümanlığı kabul etmesinde ve beyazlara karşı savaş açmasında önemli rol oynamıştır. Babalarının ölümünden sonra aile, açlık ve sefalet yüzünden dağıldı. Malcolm ve erkek kardeşleri geceleri sokağa çıkarak bulabildikleri öteberiyi çalmakla karınlarını doyurmaya başladılar. Bazen yakalanıyor ve beyazlardan dayak yiyorlardı. Sonunda Malcolm bir ıslahevine verildi. Hayatında ilk olarak burada sevgi ve anlayış gördü, ıslahevinin beyaz bir Amerikalı olan müdiresi onu öbür çocuklara karşı koruyordu. Burada bulunan beyaz çocuklar da, zenciler konusunda tıpkı büyükleri gibi düşünüyorlardı. Bu yüzden de küçük Malcolm, her gün saldırıya uğruyor ve ancak müdirenin yardımıyla onlardan kurtulabiliyordu. Daha sonra Malcolm X, müdire tarafından, ıslahevinin yanındaki ortaokula yazdırıldı. Kısa süre içinde zekâ ve çalışkanlığıyla dikkati çeken Malcolm, sınıfının birincisi oldu. Fakat, bu durum öbür çocukların, hatta öğretmeninin düşmanlığını kazanmasından başka bir işe yaramadı. Son sınıftayken kendisine ne olmak istediğini sorduklarında, "hukukçu olacağım," diyordu. Ama, konuştuğu herkes ona, avukatlığın bir zenci için uygun olmadığını, kendisine demircilik, marangozluk gibi bir meslek seçmesini öğütlüyorlardı. Malcolm, istediği mesleği elde edemeyeceğini anlayınca, öğrenimini yarıda bırakarak New York'a gitti. Burada karanlık işler çeviren adamlarla tanışarak, onlar arasında da işe yarar, becerikli ve güvenilir bir kimse olduğunu gösterdi. Çok dürüst ve sadık olduğundan, yaptığı her işte hile yoluna sapmaz, elde ettiği bütün parayı son kuruşuna kadar teslim ederdi. On sekiz yaşına girdiğinde, "Koca Kızıl" lakabıyla kendine hatırı sayılır bir ün sağlamıştı. Artık o, emrinde beş-altı adam çalıştıran bir çete reisiydi. Afyon ve eroin gibi malları alıp satıyor, ahlâk düşkünü beyazları zencilerin barlarına, gizli fuhuş yuvalarına götürüyordu. Malcolm X, hayatının bu kirli döneminin özelliklerinden söz ederken şöyle diyordu: "En iyi müşterilerim papazlar, güvenlik mensupları, toplumsal yardım işlerinde çalışanlar ve başkalarının hayatlarını yönetmekte büyük rolleri olan önemli kişilerdi." Şimdi geliri ayda birkaç bin doları geçmekteydi. Polise bol bol rüşvet vermesine rağmen, sonunda yakalanıp hapse atılmaktan kurtulamadı. Ancak bu hapis hayatı onun yaşantısında köklü bir değişiklik yaratacaktı. 1947 yılında, cezasını çekerken tanıştığı bir Müslüman tutuklunun etkisiyle İslâmiyet’i kabul etti. O günden sonra da yaşadığı kötü hayatı bırakarak, kendisini Müslüman zencilerin davasına adadı. Malcolm X ya da Müslüman olduktan sonraki adıyla Malik Şahbaz, 1946-52 yılları arasında hayatını hapishanelerde geçirdi. 1962 yılına kadar da, Amerika'da zenci Müslümanların önderi olan Elijah Muhammet'in en yakın adamı ve eylemin en etkili konuşmacısıydı. Fakat 1962'den sonra İslâmiyeti iyice öğrenmiş, Elijah Muhammet'in peygamberlik iddiasına ve ırkçılığına karşı çıkmıştı. 1964 yılında hacca gitti. Orada dünyanın her yanından gelen Müslümanlarla görüşüp tanışarak, bütün beyazların Amerika'dakiler gibi olmadığını öğrendi. Tunus, Cezayir gibi birçok Müslüman ülkelerini dolaştı. Amerika'ya döndüğünde şunları söylüyordu: "Ben ırkçıydım ve İslâmiyeti ancak o şekilde benimsemiştim. Fakat Hz. Muhammet ve Hz. İbrahim'in yaşadıkları kutsal ülkeleri ziyaret ettikten sonra şimdi gerçek bir Müslüman oldum. Artık eski ırkçı değilim." Bu davranışı, beyaz ve zenci Hıristiyanların yanında Elijah Muhammet'in de düşmanlığını kazanmasına yol açtı. Hac dönüşünden kısa bir süre sonra 1965 yılında New York'ta bir salonda dini konuşmalarından birini yaparken, kendisine sekiz adım uzaklıktan ateş edilerek öldürüldü. Malcolm X'i, Elijah Muhammet'in öldürttüğü ileri sürülüyordu, ikisi arasında 1964 Martından beri süregelen çatışmaları bilenler, bu suikastın Elijah Muhammet taraftarlarınca düzenlendiği kanısındaydılar. Amerika zenci Müslüman hareketinin "Peygamberi" bu söylentileri yalanlamak için yaptığı basın toplantısında: "O çok konuşuyordu, cezasını buldu!." demiştir. Bu söz bile, Elijah Muhammet'in suikast olayındaki payını göstermeye yeter bir kanıttır. Kennedy Suikastı O suikast yapılmasaydı, 22 Kasım 1963 günü, Dallas halkı için A.B.D. Başkanı Kennedy'nin şehri ziyaret ettiği tarih olarak bir süre hatırlanacak, sonunda unutulup gidecekti. Ama öyle olmadı. Sonucu bugün bile tartışılan suikast nedeniyle, 22 Kasım 1963 günü, Dallas şehri ve Kennedy adiyle birlikte tarihe geçti. O gün Başkan Kennedy, beş ay önce tasarlanan bir gezi için, yanında kurulla birlikte Teksas'ın Dallas şehrine gelmişti. Gezinin amacı, 1960 seçimlerinde karşı parti olan Cumhuriyetçilere oy veren bu şehirde, havayı Demokrat Parti lehine değiştirmekti. Gökyüzü açık ve güneşliydi. Saat 11,50 sularında uzun bir araba dizisi, Dallas caddelerinde ilerlemeye başlamıştı. Başkan Kennedy, açık bir otomobilin içindeydi. Yanında eşi Jagueline Kennedy, önünde Vali Connaly oturuyordu. Otomobil, Houston ve Elm caddelerinin kesiştiği yere vardığında, saatler 12,30'u göstermekteydi. Az sonra, bir demiryolu geçidinin altından geçeceklerdi. Yolun iki yanında sıralananları selâmlayan Başkan'ın sağında, Teksas Okul Kitapları Deposu görülüyordu. Suikastçının bu yapıdan ateş ettiği ileri sürülmeseydi, bu yapının Başkan Kennedy'nin sağında olmasının hiç bir önemi kalmayacak, öteki yapılar gibi, ondan da söz edilmeyecekti. O sırada bir amatör sinemacı, 8 milimetrelik makinesiyle, Başkan Kennedy'nin Dallas sokaklarındaki gezisini filme alıyordu. Daha sonraları bu renkli filmin kendisine milyonlarca dolar kazandıracağını düşünmeden düğmeye basıyordu. Film birkaç kere eşe dosta gösterildikten sonra bir kıyıya atılacak, belki de bir daha el sürülmeyecekti. Filmi çekerken, makinenin vizöründen, Kennedy'nin otomobilinde olağanüstü şeyler olduğunu şaşkınlık içinde gördü. O da, kalabalığın çoğunluğu gibi, silah seslerini duymamıştı ama, film makinesinin penceresinden gördükleri gerçekten heyecan vericiydi; Kennedy birden ellerini ensesine götürmüş ve öne doğru eğilmişti. Sonradan yapılacak otopside, bu kurşunun Kennedy'nin ensesinden girip omurgasının sağına kadar ilerlediği, kravatının düğümünde bir delik açarak boğazından çıktığı anlaşılmıştı. Bu sırada gürültüyü duyan Vali Connaly de geriye dönmüş, fakat aynı anda yediği bir kurşunla sırtından yaralanarak, yanında bulunan eşinin kucağına yığılmıştı, üçüncü kurşun da hedefini bulmuş, Kennedy'nin başının arkasından girip büyük bir yara açmıştı. Şimdi, Başkan da, karısı Jacqueline Kennedy'nin kucağında yarı cansız olarak yatıyordu... İlk şaşkınlık geçip Başkan Kennedy'nin bir suikasta uğradığı anlaşılınca, F.B.I. ajanlarından Hill, Başkan'ın üstü açık arabasına arkadan atlayarak kendisini kurşunlara siper etmiş, Jacqueline Kennedy'yi de yere yatırmıştı. Otomobil bütün hızıyla Parkland Memorial hastanesine kadar böylece gitti. Ama artık her şey için çok geçti... Hastanede, Kennedy'yi kurtarmak için elden gelen bütün çabalar gösterildi. Fakat Başkan'ın nabzı duyulmayacak ölçüde az atıyordu. Nefes almasını sağlamak için, boğazının yarılıp bir boru yerleştirilmesi de işe yaramadı. Saat 13’te kurtarma çabalarına son verilmiş, bir papazın yaptığı son dini görevden sonra A.B.D. Başkanı Kennedy'nin öldüğü resmen açıklanmıştı. Vali Connaly ise, aldığı ağır yaraya rağmen kurtulacaktı. Bundan sonra Başkan yardımcısı Johnson, kendisini Washington'a götüren uçakta, Yargıç Bayan Saran Hughes’in önünde ant içerek 36. Cumhurbaşkanı oluyordu. Bayan Jacqueline Kennedy de, uçakta yapılan bu ant içme töreninde hazır bulundu. Üzerindeki elbisede, kocası John Fitzgerald Kennedy'nin henüz kurumamış kanları, iri lekeler halinde görünüyordu. BÜTÜN bunlar olup biterken, polisin verdiği bilgilere ve daha sonraları hazırlanan rapora göre, Lee Harvey Oswald adlı biri, saat 12,37'de Teksas Okul Kitapları Deposundan çıkmış, Elm sokağındaki duraktan otobüse binmişti, üç ya da dört dakika sonra, suikast yüzünden meydana gelen trafik tıkanıklığı nedeniyle, iki blok ötede otobüsten inmek zorunda kalmıştı. Oswald, bir taksiye atlayarak, şoföre evine pek yakın olan North Barkley'e gideceğini söyledi. Saat 13'e doğru, Başkan Kennedy'nin can verdiği dakikalarda evindeydi. Evde pek az kalmış, aceleyle yeniden dışarı çıkmıştı. Suikasttan aşağı yukarı 45 dakika sonra Oswald, evinden on mil uzaktaki 10. caddeyle Patton Bulvarının kesiştikleri noktada, devriye polisi Tippit'i dört tabanca kurşunuyla öldürüyordu. Daha sonraları düzenlenen rapora göre Tippit bu sırada, telsizle kendisine tarif edilen şüpheli birisini aramaktaydı. Suikast sanığıyla polisi vuranın aynı kişi olduğu akla ilk gelen düşünce oldu. Aramalar da bu değerlendirme açısından yapılıyordu. İhbar üzerine, polis Tippit'i vuranın, Teksas sinemasına girdiği öğrenilince, yapı kuşatıldı. Salonda ışıklar yakılıp Oswald silahıyla birlikte sinemada yakalandığında, saatler 14'ü gösteriyordu. Sanık hakkındaki soruşturma derinleştirilince, bir ara Rusya'ya gittiği ve orada bir Rus kadınıyla evlendiği, komünist eğilimli olduğu ortaya çıkmıştı. Aynı gün polis, sanığın evinde karısı Marina'ya Oswald’ın tüfeği olup olmadığını soruyor, olumlu karşılık alınca da, bütün aramalara rağmen tüfeği bulamıyordu. 24 Kasım pazar günü Oswald, Dallas Emniyet Müdürlüğünden hapishaneye götürülecekti. Sanığın öldürüleceği yolunda polise birçok ihbar yapıldığı halde, Oswald'ı büyük bir tedbirsizlik içinde, meraklılardan ve gazetecilerden oluşan bir kalabalığın arasından geçirdiler. Televizyon da bu sahneyi yayınlıyordu. Tam bu sırada, gazetecilerin bulunduğu yerden fırlayan bir adam, elindeki tabancayla Oswald'ı yaylım ateşine tuttu. Yedi dakika sonra Parkland Hastanesine kaldırılan Oswald da Kennedy gibi kurtarılamayarak ölüyordu. Başkan Kennedy'yi öldürmekten sanık Oswald'ı herkesin gözü önünde vuran Jack Ruby geçmişi oldukça karanlık ve kirli işlere girip çıkmış bir kişiydi. Fakat o, Oswald'ı, Başkan Kennedy'ye yapılan suikast kendisini çok etkilediği için öldürdüğünü ileri sürüyordu. Yapılan yargılama sonunda da, 14 Mart 1964 yılında ölüme mahkûm edildi. Kennedy'ye yapılan suikastı incelemek ve karanlık noktaları aydınlatmak için kurulan Warren Komisyonu şu sonuçlara varıyordu: Kennedy'yi vuran Lee Harvey Oswald’tı. Katil bu cinayeti herhangi bir devlet ya da kuruluş adına işlememiş, kimseden de yardım görmemişti. Oswald'ı yetişme biçimi ve yaradılışındaki olumsuz yönler bu suikasta itmişti. Raporda, polisin ve güvenliği sağlamakla görevli kişilerin tedbirsizliği sorumsuzca davranışları da eleştirilmekteydi . Warren Raporu, Amerika'da olduğu kadar bütün dünyada da yeterli bulunmamıştı. Bu rapor dışında da, Kennedy olayı üzerine eğilenler oldu. Özellikle gazeteci Buchanan'ın hazırladığı ve kendi adıyla anılan rapor, .bunların arasında en önemlisidir. Bu rapor, büyük gürültülere yol açmış, kafalarda zaten var olan kuşkuları daha da arttırmıştır. Akla ilk gelen soru şu oluyordu; Kennedy'yi gerçekten Oswald mı öldürmüştü? Çünkü bazı kimseler tarafından Başkan'a kurşunların kitap deposundan değil, yeraltı geçidinin üzerindeki demiryolundan sıkıldığı ileri sürülüyordu. Kurşunların arkadan atıldığı da kesin değildi. Çünkü doktorlar, kurşunların giriş yönünü tespit için hiç bir çaba harcamamışlardı. Dallas Polis Radyosu, suikasttan tam altı dakika sonra, yani 12,36'da Oswald’ın çok ayrıntılı bir tarifini vermişti. Oysa, o sırada kimse katilin kim olduğunu bilmiyordu. Polis, radyo aracılığıyla bu ayrıntılı tarifi nasıl ve neye dayanarak vermişti? Öte yandan, Oswald’ın bindiği ileri sürülen taksinin şoförü, müşterisinin biniş saati olarak defterine 12.30 yazılı olduğunu söylemişti. Oswald’ın suikastın işlendiği 12,30'da hem kitap deposunda hem de takside olması imkânsızdı. Fakat şoför, bu kayıtları seferden sonra yazdığını söylediği için, Warren Komisyonu Oswald’ın, 12,30'dan sonra taksiye bindiği kanısına varmıştır. Aradan geçen yıllara rağmen bugün bile gerçek katilin Oswald olduğu kesinlikle söylenememektedir. Warren Raporu’nun, Oswald’ın Başkan Kennedy'yi hiç bir devlet ya da kuruluşun parmağı olmadan, tek başına öldürdüğü yargısı da, bu konuyla ilgili kişilerin arka arkaya öldürülmeleri nedeniyle dayanıksız kalıyordu. Dünya kamuoyu da, bu kişilerin eceliyle ölmedikleri kanısındadır. Suikastla uzaktan ya da yakından ilgili kişilerin birer birer ölmeleri, Başkan Kennedy'nin ölümünün altında başka nedenlerin yattığı kanısını doğrular niteliktedir. Şimdi, Kennedy'nin suikasta kurban gittiği dakikadan sonra meydana gelen zincirleme ölüm olaylarını inceleyelim; SUİKAST sanığı olarak Lee Harvey Oswald adında bir genç yakalandı. Kendisini daha savunma olanağı bulamadan, bar sahibi Jack Ruby tarafından iki polisin arasında tabancayla vurularak öldürüldü. SUİKAST olayında görgü tanığı durumunda bulunan ve çok şey bildiği sanılan polis memuru J.P. Tippit, Kennedy'den 45 dakika sonra cadde ortasında öldürüldü. Bu cinayet, Oswald’ın sırtına yüklendi. POLİS Tippit'in öldürüldüğünü gören ve katilin kaçtığı arabayı bir süre izleyen Reynold, iki gün sonra dükkânının önünde tabancayla vurularak can verdi. Eski araba alım satımıyla uğraşan Reynold, polisi öldüreni gördüğünü, yeniden karşılaşacak olursa tanıyabileceğini komşularına söylemişti. Reynold'un katili bulunamadı. REYNOLD'un bir sevgilisi vardı. Nancy adındaki bu kadın Jack Ruby'nin barında çalışıyordu. Reynold'un kendisine bazı "şeyler" söylediği anlaşılınca, barda olay çıkardığı gerekçesiyle tutuklandı. Ertesi gün kapatıldığı hücreden cesedi çıkarılıyordu. Polise göre Nancy intihar etmişti. Fakat hiç kimse bu "intihar" olayına inanmadı. TANINMIŞ gazetecilerden Jim Koethe, suikast olayını aydınlatmak için çalışmaya girişmişti. Cinayetin üzerindeki karanlık perdeyi kaldıracağını ve yılın gazetecisi seçileceğini umuyordu. Bazı önemli ipuçları da ele geçirmişti. Fakat bir gün evinin banyosunda, boynundan bıçaklanarak öldürüldü. Onun da katili bulunamadı... GAZETECİ Bill Hunter da, Kennedy suikastı konusunda delil topluyordu. Kendisini görmeye gelen iki polisten birinin eliyle öldürüldü. Verilen bilgiye göre, gazeteciyle şakalaşan polis bir ara tabancasını çekmiş ve elinden yere düşürmüştü. Tabanca yerde patlamış ve çıkan kurşun, Bill Hunter'ı öldürmüştü!.. OSWALD'ı öldürmesinden bir gece. önce Ruby’nin evinde yapılan önemli bir toplantıya Savcı Tom Howard da katılmıştı. Jack Ruby'nin iki polis arasında hapishaneye götürülen Oswald'ı vurmasından sonra Savcı Howard, kalp durmasından öldü. Otopsi bile yapmadan, savcıyı çabucak gömdüler. OSWALD'ın kaldığı pansiyonun sahibi Bayan Earline Roberts de birden bire kalp durmasından ölüverdi!.. Pansiyoncu kadın, Kennedy'nin ölümünden az sonra, Oswald'ı otobüse binerken görmüştü. Ve bu otobüs, polis memuru Tippit'in bulunduğu yöne doğru gitmemişti. Bayan Roberts bu iddiasında direnince ölüm onun da yakasına yapıştı... BOYACI Hank Killam, Kennedy suikastıyla ilgili bazı şeyler biliyordu. Çünkü Killam'ın bir arkadaşı, Oswald'la aynı pansiyonda kalıyor ve karısı Wanda, Jack Ruby'nin yanında çalışıyordu. Birçok kişiyle birlikte Killam da polis tarafından sorguya çekilmişti. Bilinmeyen bir nedenle Killam, Dallas'tan ayrılmak zorunda kaldı. Gittiği Pensacola kentinde, boynundan kesilmiş olarak bir kaldırım üzerinde bulundu. Polis raporlarında, zavallı Killam'ın bir pencere camı üzerine kaza sonucu düşerek öldüğü yazılıyordu. SUİKASTTAN sonra, Ruby'yle hücresinde baş başa konuşmak olanağını bulan tek gazeteci, Dorothy Kigallen’di. Fakat o da bir gün ölüverdi. Polise göre Bayan Kigallen çok sayıda uyku hapı yutarak intihar etmişti!.. OTOBÜS şoförü William Whaley, suikast günü otobüs durağından Oswald'ı alarak Barkley'e götürmüştü. Hareket saati 12,30'la 12,45'ti. Şoför bunu hareket defterine yazmıştı. Oysa o sırada Oswald’ın Kennedy'ye ateş etmesi gerekiyordu. Şoför, bu iddiasında direndi. Bir gün William Whaley’in kullandığı otobüsle direğe çarparak öldü. Otuz beş yıllık şoförlük hayatında, bir gün bile kaza yapmayan Whaley'in, böyle basit bir kazada can vermesine kimse akıl erdiremedi. UNİON Terminal Şirketi'nin işletme şefi olan tanıklardan Lee Bowers, Kennedy'ye kitap deposundan değil de, yolun karşı yakasından iki kişinin ateş ettiğini söylemişti. Tanıklığından kısa bir süre sonra, Bowers de öldü. Ölüm nedeniyse bir türlü anlaşılamadı. POLİS Tippit'in öldürüldüğünü gören başka bir tanık da, Edward Benarides’di O da öldü. Hasta filan da değildi. Neden öldüğü de bilinemedi. ...VE sonunda Jack Ruby... Ruby 9 Aralıkta hapishaneden hastaneye "zafiyet" teşhisiyle götürüldü. Bir ay sonra da, hastalığının adı kanser oldu ve Ruby hemen öldü. Kanser konusunda büyük araştırma ve çalışmaların yapıldığı Amerika gibi bir ülkede, Ruby'yi bir ay içinde öldürecek kadar ilerlemiş hastalığın anlaşılamaması olacak şey değildi. Ruby ölümünden önce, yanındaki hastalara şöyle diyordu: "Vücuduma kanser aşıladılar!.." Gizli bir el, Kennedy'yi yok ettikten sonra, bu olayı aydınlığa kavuşturacak kişileri de sanki birer birer ortadan kaldırmıştı. Aradan yıllar geçtikten sonra bir gün, John Fitzgerald Kennedy'nin kardeşi Robert Kennedy de, 5 Haziran 1968'de Los Angeles'ın Ambassador Hotel'inde düzenlenen bir baloda vurularak öldürülüyordu. Katil, Sirhan adlı bir Filistinli Arap göçmeniydi. Robert Kennedy, A.B.D. Başkanlığına Demokrat Parti’den adaylığını koymuş ve başkan adayı seçimlerinin altısından beşini kazanınca, bunu kutlamak İçin Los Angeles'te bir balo düzenlemişti. Arap göçmeni tarafından vurulmasaydı, belki de A.B.D. Başkanlığına ikinci bir Kennedy geçmiş olacaktı. Arap göçmeni Sirhan'a, Ambassador Hotel salonlarında bu cinayeti işleten, Kennedyleri A.B.D. Başkanı olarak görmek istemeyen yine o gizli el miydi acaba? Bu soruya verilecek karşılık, hiç olmazsa şimdilik yok. __________________ Robert Kennedy Suikasti JFK suikastında komplo olup olmadığı hakkında yüzlerce kitap yazıldı. Kardeşi Senatör Robert Kennedy'nin öldürülmesindeki komplo tek cümlede özetlenebilir: Los Angeles Adli Tıbbı'nın raporu, RFK'nin arkadan açılan yaylım ateşle öldürüldüğünü belirtiyor. Oysa, suikastla suçlanan Sirhan Sirhan'ın Kennedy'nin en az bir buçuk metre önünde olduğunda herkes hemfikir. RFK cinayetine CIA'nın karıştığına ilişkin çok sayıda kanıt bulunuyor. Bir kere, ikinci bir tetikçinin kesinlikle var olduğu açık olmasına karşın, Los Angeles Emniyeti'nin özel görev ekibi, soruşturmayı Sirhan'ın tek katil olduğunu kanıtlayacak şekilde yürüttü. Tanıkların aklı karıştırıldı, kanıtlar yok edildi, mantıken şüpheli olan kişiler sorgulanmadı. Özel görev ekibinin iki üyesinin, CIA'yla uzun süreden beri bağlantısı vardı ve olayın komplo olduğunu ileri süren tanıkların gözünü korkutmakta oldukça gayretliydiler. Tanıklardan herhangi biri, ifadesinde, cinayet yerinden "Onu vurduk" diye bağırarak kaçarken görülen iri puanlı elbise giymiş ünlü kıza geldiğinde, bu ikisi küplere biniyordu. Tanık ifadelerindeki bu kıza ilişkin sözlerin yok edilmesini kesin olarak sağladılar. Üstünkörü sorgulanan bir başka aşikâr şüpheli de, cinayetten önceki günlerde Sirhan'la birlikte görülen Rahip Jerry Owen'di. Owen, JFK suikastına kansan mafya kuryesi Edgar Bradley'yi tanıdığını kabul etti. Dealey Plaza'da yakalanan, fakat herhangi bir suçlama yöneltilmeden serbest bırakılan Bradley'in, JFK davasının önemli isimleriyle bağlantısı olduğu anlaşıldı. Bir de, CIA'nın beyin kontrol deneylerinde yer alan hipnoz uzmanı Dr. William Bryan, Jr. var. Bryan, hipnoza aşırı ölçüde duyarlı Sirhan'ın da aralarında bulunduğu ünlü denekler üzerinde çalıştığını övünerek anlatmaktan hoşlanıyordu. Bryan'ın bir başka ünlü hastası olan "Boston Canavarı" da, anlaşılmaz bir şekilde Sirhan'ın günlüğünde yer alıyordu. Sirhan, günlüğünde RFK'ye ateş ettiğini hatırlamadığını kaydediyor ki, gerçeği söylüyor gibi görünüyor. Görgü tanıkları, cinayet sırasında Sirhan'ın bir tür trans durumunda olduğunu belirtiyorlar. RFK'nin tam arkasında durduğunu ve silahını çektiğini kabul eden koruma görevlisi Thane Cesar'a da çok dikkat çekmek gerekiyor. Cesar'ın hem aşırı sağcı gruplarla, hem mafyayla ve hem de CIA ile bağlantıları vardı. Son olarak, bir zamanlar CIA görevlisi olan Robert Morrow, yazdığı kitapta, İran gizli servisi SAVAK'ın bir ajanının RFK'yi öldürmek için parayla tutulduğunu iddia ediyor. __________________ Orlando Letelier Sukasti "Orlando Letelier'in karısı mısınız?" diye sordu telefondaki meçhul ses. "Evet" diye yanıtladı. "Hayır" dedi telefondaki, "Siz Orlando Letelier'in dul karışısınız." Bir hafta sonra 21 Eylül 1976'da, CIA destekli Pinochet rejiminin önde gelen muhaliflerinden sürgündeki Şilili diplomat Orlando Letelier, Washington'un bir sokağında otomobiline konan bir bombayla paramparça edildi. Patlamada, Letelier'in Amerikalı yardımcısı Ronni Moffıt de öldü. Moffıt'in kurtulan kocası, parçalanan otomobilden çıkar çıkmaz vahşetin sorumlusunun Şilili faşistler olduğunu haykırmaya başladı. Moffıt'in kocası haklıydı; ancak, o faşistlerin Washington'da güçlü dostları vardı. Bir FBI muhbiri suikast komplosunu önceden bildirmişti; ancak FBI Letelier'i korumak için hiçbir şey yapmadı. Bombalamadan sonra, CIA Başkanı George Bush FBI'ya, Şilililerin hiçbir şekilde olaya bulaşmadığını bildirdi. "CIA bundan emin" dedi Bush, "Çünkü Şili gizli polisi DINA içinde CIA'nın çok sayıda güvenilir kaynağı var." Gerçekte CIA, DINA vurucu timinin ABD'de olduğunu ve Washington'a yöneldiğini biliyordu. CIA, bombalamadan sonra suikastçılara ait kendi fotoğraf dosyalarını imha etti. Arkasından CIA ve DINA, Letelier'in, kendisini şehit ilan etmek isteyen solcularca öldürüldüğü yolunda hikâyelerin basında yer etmesi çalışmasına başladılar. FBI, bir iki hafta içinde Letelier'in katillerini belirledi, ancak birkaç yıl sonra CIA'nın örtüsü kalkıncaya kadar onları resmen suçlamadı. Örtü, suikasttan bir ay sonra, bir Küba uçağı bombalandığı ve içindeki 73 yolcusu öldürüldüğünde aralanmaya başladı. Uçağı bombalama eylemi, Domuzlar Körfezi olayı ve JFK suikastıyla ilişkisi olan, aynı zamanda CIA ile bağlantılı aşırı şiddet yanlısı Kübalı mültecilerce gerçekleştirmişti. Bu grup, El Salvador ve Nikaragua'da da benzer eylemler yapmıştı. Küba uçağı bombalanmasını soruşturanlar, bu eylemle Letelier/Moffıt suikastının, aynı toplantıda planlandığını saptadılar. Başka FBI ve CIA mensuplarının da katıldığı toplantıyı, CIA ile uzun süredir bağlantısı olan bir kişi düzenlemişti. CIA savunucuları, Letelier'i öldürmekten hükümlü "eski" CIA ajanı Michael Townley ile iki Kübalı göçmenin CIA'nın emirleri doğrultusunda hareket ettiklerinin hiç kimse tarafından kanıtlanamayacağını iddia ederler. Ancak durum öyle idiyse, CIA neden alelacele onları perdelemeye başladı? Bu olay öylesine karmaşık bir hal aldı ki, Şili Yüksek Mahkemesi, Pinochet'den sonra 1991'de George Bush'a başvurarak, mahkemede ifade vermeyi düşünüp düşünmediğini sordu. Tabii, Bush'un bu daveti reddettiği konusunda bahse girebilirsiniz. __________________ Martin Luther King Suikasti 1929 Yılında Atlanta'da doğan Martin Luther King'in öbür Amerikan zenci önderleri arasında özel bir yeri vardı. Amerikan zencilerini uygarca bir yaşayış düzeyine kavuşturmak ve ırk ayırımına son vermek için, şiddet yöntemlerine başvurmaktan kaçınıyordu. Onu en çok etkileyenlerden biri Gandi'ydi. Martin Luther King de, Gandi gibi, şiddete kaçmayan direnme yöntemiyle başarıya ulaşacağına inanıyordu. Gandi, tek kurşun sıkmadan koca İngiltere’yi dize getirip, ülkesini bağımsızlığa kavuşturmamış mıydı? Amerikan zencileri de aynı yoldan eşitliğe kavuşabilirler, ikinci sınıf yurttaş olmaktan kurtulabilirlerdi. Martin Luther King, öldürüldüğü güne kadar, bu inancına bağlı olarak, birçok eylemler düzenledi, başarılar kazandı ve bu insancıl, barışsever tutumu nedeniyle 1964 yılında Nobel Barış Ödülünü aldı. Ne var ki, şiddetten yana olmayan, sorunların kan dökülmeden çözümlenmesini öneren Martin Luther King, kendisi gibi düşünmeyen bir beyaz Amerikalının kurşununa hedef olarak can verdi... 1968 yılında, Memphis şehrindeki temizlik işçileri greve başlamışlardı. Şehirde yaşayanların yüzde kırkı zenciydi ve temizlik işi gibi "aşağılık" bir meslekte çalışanların yüzde doksan beşi de kara renkli kişilerdi. Grevciler, Martin Luther King'i yardımlarına çağırmışlar, o da seve seve ırktaşlarının yanına koşmuş, gösteriler ve yürüyüşler düzenlemeye başlamıştı. Grevin ve gösterilerin sürüp gittiği sırada, 4 Nisan 1968 perşembe günü, Memphis'e sivri burunlu, uzun boylu yabancı bir beyaz geldi. Öğleden sonra saat 15,30'da Bayan Bessie Brewer'in pansiyonuna giren bu adam, adının John Willard olduğunu söyleyerek bir haftalık kira karşılığı sekiz buçuk doları peşin olarak ödedi. Daha sonra Bayan Bessie Brewer, yüzüne pek dikkatle bakmadığı bu adam için şöyle diyecekti. "Yüzüne pek iyi bakmadım, fakat bir tek şeyi hatırlıyorum; pek aptalca bir gülümseyişi vardı..." Pansiyon defterine adını John Willard olarak yazdıran adam, 5 numaralı odaya çıktı. Buradan, Martin Luther King'in kaldığı Lormine Moteli olduğu gibi görülüyordu, özellikle motelin 306 numaralı odasına girip çıkanları... Bu, Martin Luther King'in odasıydı. Grev 12 Şubatta başlamıştı. 1300 temizlik işçisi, sendikalarının belediyece tanınmasını ve ücretlerinin saat başına 60 sentlik bir zam görmesini istiyordu. Görevine 1 Ocakta başlamış olan Belediye Başkanı Henry Loeb'se, bu istekleri kabul etmemekte direniyordu. Loeb, temizlik işçilerinin istekleri yerine getirilirse, geri kalan belediye memurlarının da greve gideceğinden korkuyordu. İtfaiyeciler, polisler ve hastane görevlileri de daha fazla para isteyecek olursa, Belediye ya ücretleri yükseltecek ya da hizmetlerin aksamasını göze alacaktı. Grev giderek bir ırk çatışmasına dönüşmüştü. Zenci temizlik işçileri, belediyenin grev karşısındaki uzlaşmaz tutumunu ırk ayırımının yeni bir belirtisi sayıyorlardı. Memphis'te zencilerin iş bulmakta güçlük çektiklerini, daha düşük ücretlerle çalıştıklarını, gerektiğinde işten ilk çıkarılanların yine zenciler olduğunu ileri sürüyorlardı. Çöp yığınları büyüdükçe sinirler geriliyor, tedirginlik artıyordu. Gece yarısı olaylar çıkıyor, şehrin orta yerindeki dükkânların vitrinleri parçalanıyordu. İtfaiyeciler, sahte yangın ihbarlarına koşarken, taşan çöp tenekeleri ateşe veriliyordu. Memphis, Mississippi nehrinin, kıyısında, bir dinamit fıçısı gibiydi; her dakika patlayabilirdi. Şehrin din adamlarının çağrısı üzerine, Dr. Martin Luther King, grevcilerin bir toplantısında konuşmak üzere Memphis'e geldi. Medeni Haklar savunucularının en ünlüsü olan bu Güneyli rahip kendini, A.B.D.'de yaşayan talihsiz, yoksul insanları daha iyi bir hayata kavuşturmaya adamıştı. Dr. King, Memphis'te 12 bin zenciye seslendiği konuşmasında, grevcilerden cesaretlerini kaybetmemelerini istedi. "Fedakârlık yapmadan hiç bir şey elde edilemez," diyordu bu konuşmasında. Bütün şehri kapsayacak bir günlük bir iş boykotu yapılmasını önerdi. Aynı zamanda. Güneyli Hıristiyan Önderler Birliğinin "S.C.L.C." para yardımında bulunacağı hususunda söz vererek, iş boykotunun yapılacağı gün, göstericilerin başında bulunmak üzere Memphis'e döneceğini de sözlerine ekledi. Grevciler, bu yeni destekten cesaret bulmuşlardı. Zenci dinleyiciler en çok gene rahibin şu sözleriyle coşmuşlardı: "Boykotun sonucu, sesinizin artık duyulması olacak, Memphis'te o gün hayat duracaktır." Konuşmanın yapıldığı alan, "evet" ve "âmin" sesleriyle çınlıyordu. 28 Mart günü, Dr. King, Beale sokağındaki gösteride 6 bin kişinin başında yürüdü. Yürüyüş sakin başlamıştı. Göstericiler Dr. King'in ardı sıra sessiz ve ağır başlı bir biçimde yürüyorlardı. Birden, yaşları 13-20 arasında değişen 150 kadar zenci genç yürüyüşten koparak, vitrinleri kırmaya, dükkânları yağmalamaya, ateşe vermeye, polislere saldırmaya başladılar. Göz açıp kapayana kadar olaylar çığırından çıkmıştı. Yardımcıları, Dr. King'i bu durum karşısında hemen oradan uzaklaştırdılar. Memphis polisi, duruma hâkim olmak için, gaz bombası ve cop kullanmaya başlamıştı. Olayların daha da büyümesini önlemek isteyen Tennessee Valisi, eyalet askerlerini ve dört bin ulusal muhafızı Memphis'e yolladı. Sabaha kadar 300 zenci tutuklanmış, 60 kişi yaralanmış, bir dükkânı yağmalarken polis tarafından kurşunlanan 16 yaşında bir zenci çocuk da ölmüştü. Dr. King başarısızlığa uğradığına inanıyordu: Şiddet aleyhtarı felsefesi Memphisli zenciler tarafından reddedilmişti. Bir daha dönmemek üzere şehirden ayrılmayı düşünüyordu. Fakat, Güneyli Hıristiyan Önderler Birliğindeki taraftarları, olayları küçük bir grubun çıkardığına onu inandırdıklarından, bir yürüyüş daha düzenlemeye karar verdi: "Barışçı yollardan protesto, Memphis'te hüküm sandalyesinde oturmaktadır." diyordu. Gerçekten de öyleydi. Beyazlar King'i artık toplulukları denetleyememekle suçluyorlardı. Zenci ırkçılar da King'in başının dertte oluşuna seviniyorlardı. Bunlar, zencilerin eşitliğinin barışçı yollardan sağlanamayacağını kesinlikle ileri sürüyorlardı. Dr. King beyaz ve siyah muhaliflerinin yanıldığını ispatlaması gerektiğine inanıyordu. Yardımcılarından, yeni bir yürüyüş için hazırlık yapılmasını istedi. İlk yürüyüş sırasında olayları başlatan gençlerin bağlı oldukları çeteyle görüşülerek, çocuklardan yeni yürüyüşte olay çıkarmayacaklarına dair söz alındı. King, yeni yürüyüşten önce, bir dizi toplantı düzenlemeye karar verdi. 3 Nisanda Mason Street kilisesinde yapılan ilk toplantıda Dr. King, iki bin ateşli taraftarına seslendi. Değişikliklerin yavaş yavaş getirilmesini isteyenlerin yanında, hemen eyleme geçilmesini isteyen aşırıları da toplantıya çekmesini bilmişti. Memphisli bir rahip tek bir vücut haline gelmiş topluluğa bakarak, bir başka din adamına şu sözleri fısıldıyordu: "Tanrım, King bizi kurtarmak için gönderdiğin önderdir." King, konuşmasında şöyle diyordu: "Çağımızda ve günümüzde temel sorun, şiddet ile barışçı yollar arasında bir seçim yapmak değildir, çünkü ya barışçı yolları seçeriz, ya da hep birlikte yok oluruz." Ertesi gün, yani 4 Nisan 1968 perşembe günü, Dr. King ve yardımcıları, o akşam yapılacak ikinci toplantı üzerinde konuştular. Onlar görüşmelerini sürdürürken, adını John Willard olarak yazdıran adam, tuttuğu odada birasını yudumluyordu. Bir saat kadar odasında kaldıktan sonra, dışarıya çıkıp arabasına gitti. Pansiyona, elinde çocukların, spor araç ve gereçlerini koymakta kullandıkları türden mavi el çantasıyla döndü. Öbür kolunun altında, uzağa ateş edebilen 30,06 çapında, dürbünlü bir hava tüfeği taşıyordu. "Aptal gülümseyişli adam..." merdivenleri tırmanıp odasına çıktı. Saat beşe geliyordu. Saat altıya 3 kala, Dr. King moteldeki odasının balkonuna çıkmıştı. Günün yorgunluğunu çıkarmak için yemekten önce biraz hava almak istiyordu. Motelin karşısında, Bayan Besste Brewer'in pansiyonunda, tüfekli adam banyoya girmiş, kapıyı kilitlemişti. Tüfeği pencerenin pervazına dayadı. Lorraine Motelinin balkonuyla aralarında yalnız altmış beş metre vardı. Dr. King, balkonun yeşil parmaklığına yaslanmış, aşağıda, motelin park yerinde duran şoförü ve arkadaşlarıyla konuşuyordu. Yardımcılarından rahip Jesse Jackson, King'i o geceki toplantıda çalacak olan müzisyen Ben Branch'ie tanıştırdı. Dr. King, müzisyene: "Aziz Tanrım ilâhisini mutlaka çalın bu akşam, güzel olsun hem..." diyordu. Bessie Brewer'in banyosundaki adam, tüfeği omzuna götürerek dürbünü hedefine göre ayarladı. King doğrulmuş, odasına dönmek üzere geri dönmüştü. Pansiyon'daki adam, derin bir nefes aldı. Saat altıyı bir geçiyordu. Dr. King'in balkonun beton tabanına düştüğünü görmeyenler, bir donanma fişeği patlatıldığını sanmışlardı. Kurşun, Dr. King'in ensesini ve çenesini parçalayıp geçmişti. Katil, ikinci kurşuna gerek kalmadığını anlayarak silahını bir kutuya koydu. Çantasını kaptığı gibi pansiyondan fırladı. İçinde tüfek bulunan kutuyu ve çantasını kaldırıma attıktan sonra ortadan kayboldu. King'in yardımcıları ve motelde bulunanlar, hemen ikinci kattaki balkona koştular. Yardım gelinceye kadar rahip Jackson, King'in başını dizine koydu. Adalet Bakanlığında görevli bir beyaz, odasından kapıp getirdiği bir havluyla yarayı temizlemeye çalışıyordu. Arkadaşlarından Rahip Ralph Abernathy, yaralının kurtarılamayacağını anlamıştı. King'in yanında diz çöktüğünde gözleri dolu doluydu. Boğuk bir sesle: "Martin!.. Martin!.." diye inliyordu. Cankurtaran, ölmek üzere olan Dr. King'i yakındaki St. Joseph's Hastanesinin ilk yardım bölümüne getirdiğinde, saat altıyı on altı geçiyordu. Elli dakika sonra Dr. Martin Luther King ölmüştü. Onun ölümü, Amerika'da, büyük şiddet hareketlerinin başlamasına yol açtı. Şiddetten yana olan zenci önderi Stokely Carmichael, şöyle haykırıyordu: "Evlerinize gidin ve silahlarınızı alın!.. Beyaz adam geldiğinde, amacı sizleri öldürmek olacaktır. Sokaklarda, artık hiç bir siyahın kanını görmek istemiyorum. Onun için diyorum ki, evinize gidip silahlanın!.." Başkanlığa Demokrat Partiden adaylığını koymak için kampanya açmış bulunan Senatör Robert Kennedy, olayı duyduğunda İndianapolis'teydi. Şehrin zenci mahallesine giden Robert Kennedy, şöyle konuştu: "Size verilecek çok acıklı bir haberim var; Martin Luther King bu akşam öldürüldü. Aranızda bulunan siyahlara sesleniyorum: Eğer böyle bir davranışın insafsızlığı karşısında içinizde doğan nefret ve kızgınlıkla bütün beyazları suçlamaya kalkışırsanız, hatırlayın ki ben de aynı tür duygularla doluyum. Benim de ağabeyim öldürülmüştü... Hem de bir beyaz tarafından." (Bilindiği gibi, Robert Kennedy de, Martin Luther Kıng’ten tam dört ay sonra, 5 Haziran 1968'de Los Angeles'te Ambassador Hotelde Filistinli bir Arap olan Sirhan tarafından öldürüldü.) __________________ Papa Suikastı, 13 Mayıs 1981 tarihinde Vatikan'da Papa II. Jean Paul'e yönelik suikast girişimi. Papa suikastten iki kurşun yarası alarak sağ olarak kurtulmuştur. 1 Şubat 1979'da gazeteci Abdi İpekçi'nin öldürülmesi olayının firari sanığı Mehmet Ali Ağca olayın sanığı olarak yakalanmıştır. Suikast girişimi İtalya'da diplomat olarak görev yapan iki Bulgar'ın tutuklaması üzerine Soğuk Savaşın iki süper gücünü karşı karşıya getirmiştir. Aslen Polonyalı olan Papa, Amerikan tezine göre Sovyet Gizli Servisi KGB ve Bulgaristan devleti tarafından öldürülmek istenmişti. Bulgarlar bu amaçla solcu bir Türk eylemci olan Ağca ile anlaşmış ve suikasti düzenlemişlerdi. Bu iddia ABD ve Batı dünyası tarafından uzun süre kullanıldı ve Bulgar Bağlantısı olarak anıldı. Sovyet tezine göre ise suikast Bulgar diplomatlara ve Doğu Blokuna yönelik bir komploydu. Amerikan Gizli Servisi CIA, Polonya'da örgütlenen ve Sovyet karşıtı bir muhalefetin önderliğini yürüten Dayanışma Sendikası'na destek veren Polonya asıllı Papa'ya suikast düzenletmiş, bu amaçla da Türkiye'de ülkücü militan olarak tanınan Ağca'yı kullanmıştır. Her iki tez de bazı yanlışlar içeriyordu. Ağca ABD'nin iddia ettiği gibi solcu değildi, Sovyet gazetecilerin ileri sürdüğü gibi ülkücü bir militandı ve Bulgar gizli servisi ile ilişkisi vardı. İpekçi cinayeti sonrası hapisten kaçmış ve sahte pasaport ile Bulgaristan'a geçmişti. Orada Bulgar Gizli Servisi ile ilişkili Türk Mafyası tarafından saklanmış, bir süre sonra Avrupa'ya gönderilmişti. Ağca'nın suikastte kullandığı silah bir Nazi'ye aitti. Sovyetler Biriği, Polonya asıllı Karol Josef Wojtyla'nın 2. Jean Paul adıyla papa seçilmesinden sonraki komünizm karşıtı söyleminden oldukça rahatsızdı. Ağca, Papa suikastı sonrasında yargı sürecinde sürekli olarak değişik ifadeler verdi ve akıl sağlığından yoksun bir karakter görüntüsü çizdi. Mahkeme ve soruşturmalarda 128 farklı ifade veren Ağca, kendisinin beklenen İsa Mesih olduğunu ilân etti. Mahkeme heyeti 22 Mart 1986'da Ağca'yı ömür boyu hapse mahkûm etti. Ancona cezaevinde yatmakta iken 13 Mayıs 2000'de İtalyan hükümeti tarafından Türkiye'ye gönderildi. Washington Post: İtalya, Papa'ya Suikast Düzenleyen Ağca'yı Affetti Washington. Tirajı günde 800 bin olan Washington Post gazetesinin 14 Haziran 2000 tarihli sayısında, Sarah Delaney imzasıyla yukarıdaki baslık altında yayımlanan Roma çıkışlı haberin çevirisi şöyledir: İtalya bugün, hiç beklenmedik bir adım atarak, 1981 yılında papa II. John Paul'e St. Peter meydanında suikast girişiminde bulunan ve Papa'yı ciddi bir biçimde yaralayan esrarengiz Türk terörist Mehmet Ali Ağca'yı affetti. 42 yaşındaki Ağca, affedildikten birkaç saat sonra, 1979 yılında bir Türk gazetesinin başyazarını öldürdüğü için verilen cezanın geri kalan 8 yılını çekmek üzere Türkiye’ye götürüldü. 19 yıl bir ay hapiste kaldıktan sonra İtalya cumhurbaşkanı Carlo Ciampi tarafından affedilen Ağca'nın Türkiye’ye iade edilmesi, Papa suikastını ve Ağca'yı çevreleyen esrar perdesini aralamaya pek yardımcı olmayacaktır. Uzun ve tartışmalı sorgulaması boyunca Ağca, bir süre, Bulgar gizli servisi’nin talimatları doğrultusunda hareket ettiğini, daha sonra ise ısrarla, kendisinin Hazreti İsa olduğunu ve kutsal emirleri uyguladığını söylemişti. Ağca, erken serbest bırakılmasında büyük etkisi olan Papa John Paul'e de bol bol teşekkür etti. Ağca, avukatı Marına Magıstrellı aracılığıyla yaptığı açıklamada "bu bir rüya. Papa'ya ve cumhurbaşkanı Cıampı'ye teşekkür ederim" dedi.. İtalyan televizyonuna yaptığı açıklamada, adaletin tecelli ettiğini söyleyen Magıstrellı de "19 yıldır hapis cezası çeken Ağca'ya merhamet edilmesi zamanının geldiğine inanıyorduk. Ağca'nın affedilmesi, özellikle de Papa'nın herkesin bağışlanması dileğinde bulunduğu kutsal 2000 yılına daha büyük bir anlam katmıştır" dedi. Cumhurbaşkanı Cıampı, müebbet hapse mahkum olan Ağca'yı affetme gerekçesi hakkında net bir açıklama yapmadı. Öte yandan, İtalya adalet bakanlığının bir açıklamasında, "13 mayıs 1981'de saldırıya uğrayan Papa, saldırganı affettiğini kamuoyunda dile getirmişti" ifadesi kullanıldı ve Vatikan’ın, "Papa'nın bu hoşgörüsünü, bir anlamda onayladığı" belirtildi. Vatikan sözcüsü Joaquın Navaro-Valls, İtalyan devlet televizyonuna yaptığı açıklamada, Papa'nın sonuçtan memnun olduğunu; Ağca'nın affedilmesi konusundaki isteğini zaten bir süreden beri dile getirdiğini ve hatta bunu kuvvetle arzu ettiğini söylediğini belirtti. Pek çok sorunun yanıtsız kaldığını da kabul eden Navarro-Valls, Papa açısından merhametin öncelik taşıdığını ve 13 mayıs 1981'de yapılan suikastla ilgili gerçekleri gene de tarih önünde ortaya çıkabileceğini söyledi. İtalyan anayasasına göre cumhurbaşkanı Cıampı, sınırlı yetkilere sahip bulunuyor. Cumhurbaşkanı, ülkesini en üst düzeyde temsil ediyor ama icranın gerçek sorumlusu da başbakan. Cumhurbaşkanı olmadan önce İtalya’da bir bankanın müdürlüğünü yapan Cıampı hiçbir siyasi partiye bağlı değil. 13 mayıs 1981'de Ağca, St. Peter meydanında toplanan binlerce kişiyi açık arabasından takdis eden Papa II. John Paul'e iki el ateş etmişti. Mermilerden biri Papa'nın eline, diğeri ise hayati organlarının çok yakınından geçerek karnına isabet etmişti. Papa II. John Paul, silahlı saldırıdan dört gün sonra, tedavi olduğu Roma’daki Gemelli hastanesi’ndeki hasta yatağından Ağca'yı affettiğini açıklamıştı. Papa, 1983 yılında da Roma’da Ağca'nın kaldığı Rebıbbıa Cezaevini ziyaret etmiş ve Ağca'yı affettiğini bir kere de burada, televizyon kameraları önünde açıklamıştı. Ağca, Roma’ya gelmeden önce, Türkiye’de bir gazetenin başyazarını öldürme suçundan tutuklu bulunduğu cezaevinden kaçmıştı. O donemde Ağca, Bozkurtlar adıyla bilinen aşırı sağcı örgütün mensubuydu. Ağca, olaydan iki ay sonra yargılanarak, Papa'ya silahlı saldırıda bulunmaktan suçlu bulundu. Ağca hakkındaki iki soruşturma ve Papa'ya yapılan suikast girişiminin Bulgaristan gizli servisi ve Sovyetler Birliği tarafından planlandığı iddiasına dayanan bir diğer duruşma ise sonuçsuz kalmıştı. Ağca'nın cezasının tamamlamadan affedilmesi, onun uzun yıllardan beri medya ve kamuoyunu kurnazca yönlendirdiğini düşünen çevrelerde büyük hayal kırıklığına yol açtı. Savcı Antonıo Marını, Ağca'nın mahkemede akli dengesi yerinde değilmiş gibi davrandığını söyledi. Assocıated Press Ajansının bildirdiğine göre Marını, "Ağca'nın affedilmesi, gerçeklerin açığa çıkması konusundaki son umudu da yok etmiştir" dedi. Papa'ya suikast girişiminin ardındaki esrar perdesi, saldırının bu yılki yıldönümünde yeni bir boyut kazandı. Papa II. John Paul, 1917 yılında Meryemana'nın üç çoban çocuğa göründüğü söylenen Portekiz’deki Fatima’yı ziyaret etti ve hayatını bağışladığı için Meryem Ana'ya şükranlarını sundu. Papa'nın bu ziyareti sırasında Vatikan Dışişleri Bakanı Kardinal Angelo Sodano, Fatima'nın Üçüncü Sırrını açıkladı. Katolik inanışına göre bu, iletilen üç mesajın sonuncusuydu. Bu üç mesajın, 13 mayıs 1917'de üç çocuğa göründüğü ifade edilen Meryem ana tarafından verildiği bildiriliyordu. 1930'lardaki ilk iki mesajın, birinci ve ikinci dünya savaşları ile Sovyetler birliği’nin yükselişi ve çöküşüyle ilgili olduğu söyleniyordu. Sonuncu mesaj ise Vatikan’ın üst düzey birkaç yetkilisince büyük bir ketumlukla saklanmış ve bu sır Papa'dan Papa'ya geçirilmişti. Kardinal Sodano, bu kehanette, "Beyazlar giymiş bir piskoposun, bir silahın patlamasıyla birlikte cansızmış gibi yere düştüğünün" tasvir edildiğini söyledi. Bu da, papa'ya girişilen suikastın önceden haber verilmesi olarak yorumlandı. Ağca, Mayıs 1985 yılında mahkemede, "Saldırının, Fatima’nın üçüncü sırrıyla bağlantılı" olduğunu söylemişti. İki sene önce de sorgu hakimleri, örnek bir mahkum olduğu söylenen Ağca'nın cezasının hafifletilmesini önermişlerdi. Hapisteki yıllarının büyük bir bölümünde tek kişilik hücrede kalan Ağca'nın cezası, iyi halinden dolayı, 1.575 gün azaltılmış bulunuyor. Le Temps: Türkiye’ye Yine Hapishaneye Girmek Üzere Dönen Mehmet Ali Ağca Sırrını Sonuna Kadar Korumuş Olacak Ankara. İsviçre’de yayımlanan Le Temps gazetesinin 15.6.2000 tarihli sayısında, yukarıdaki başlık altında ve Erıc Bıegala imzasıyla yer alan İstanbul çıkışlı haberin çevirisi şöyledir: --Türkiye... 1981'de Papa'yı öldürmeye teşebbüs eden adam, 10 yıllık bir hapis cezasını çekmek için Kartal Cezaevi’ne kondu. 1979'da bir gazeteciyi öldürmüştü-- Bugünlerde söz konusu kişiye atfedilen tinsellikle uyumlu olarak, Sabah Gazetesi çarşamba günkü sayısında Mehmet Ali Ağca'nın tüm hikayesinin 13 rakamı etrafında yaşandığını belirtiyor. "II. Jean Paul'e yönelik saldırı 13 mayıs 1981'de gerçekleşti, Fatima kehanetleri 13 Mayıs 1917'de ortaya çıkıyor, Vatikan bu kehanetleri 13 Mayıs 2000'de açıklıyor ve Ağca 13 Haziran’da serbest bırakılıyor" diyen gazete "Hıristiyan inancına göre Meryem ana her ayın 13'ünde dünyaya geliyor" ifadesinde bulunuyor. Her türlü rakam sıralamasından uzak, Milliyet Gazetesi de Ağca'nın hala 1979'da öldürülen genel yayın yönetmeni Abdi İpekçı'nin cinayetinden sorumlu olduğunu hatırlatıyor. Dolayısıyla Ağca, İstanbul’a gelir gelmez 1979'da gazetecinin öldürülmesinin ardından kendisine verilen cezanın kalan 10 senesini çekmek için Kartal Cezaevi’ne kapatıldı. Türkiye’de ilk tutuklandığında, Ağca, beş ay içinde askeri cezaevinden kaçmıştı. Bundan üç gün sonra, Milliyet Gazetesinin binasının yanında bir mesaj bulundu: Ağca, Papa'yı öldürme niyetini söylüyordu. Yine de onu bu eyleme iten nedenler hala aydınlanmadı. 80'li yıllarda Bulgaristan’a uzanan bir iz üzerinde duruluyordu: Ağca, SSCB’nin emriyle Bulgar gizli servisince işe alınmıştı. Çünkü SSCB, II. Jean Paul'un "Polonyalı" etkinciliğini bir tehdit olarak görüyordu. Bu iz 1986'da İtalyan adaletince bırakıldı. Aşırı sağcı katil Mehmet Ali Ağca'nın gerçekten de Bulgarlar ile bazı ilişkileri vardı. Bulgarlar onun aracılığıyla aşırılıkçı Türklere silah temin ediyorlardı. Mehmet Ali Ağca o zamanlar, Türkiye’de yaşanan birçok siyasi çatışmanın sayısız güdümleyicilerinden biriydi. Bunların sonucunda 5.000'e yakın kişinin ölümüne neden olan ve 1980'deki askeri darbe ile son bulan bir kaos yaşandı. Kanıtlanmamış bir diğer iz de, aşırı sağın uluslararası şebekelerini ilgilendiriyor, özellikle de 70-80'li senelerde İtalya’da son derece etkili olan "Gladio" adlı meşhur örgütü. Gladio ile temas halinde olan tanınmış bir gangster ve eski "Bozkurt" Abdullah Çatlı da bu yolla 1981'deki saldırı silahını temin etmişti. Yine de saldırının nedeni bir bilinmezlik içinde kalıyor. Ve bu sürmeye devam edecek bir esrara benziyor. Nitekim Çatlı, 1996'da, bir emniyet müdürü ve iktidardaki bir partinin milletvekili ile beraber bulunduğu bir arabada kaza geçiriyor ve ölüyor. Bu da, aşırı sağın mafyası ile ülkenin güvenlik teşkilatı arasındaki ilişkileri gün ışığına çıkarıyor. Bugün hükümeti oluşturan bir parti konumundaki Türk aşırı sağı imajını uygarlaştırmaya çalışıyor... Bu arada, şu anda hazırlık aşamasında olan ve bu partinin milletvekillerince desteklenen bir genel af yasası Ağca'nın işine yarayabilir. Bu yasa tasarısı zaten bir senedir tartışma yaratmaktadır: muhalifler, böyle yasaların su anda hapiste bulunan aşırı sağcı katilleri aklamaktan başka bir işe yaramadığını düşünüyorlar. Yine de dun, adalet bakanı, Ağca'nın daha önce bir aftan yararlandığı için bir kez daha böyle bir imkandan faydalanma ihtimalinin çok zayıf olduğu güvencesini vermeye ça Uğur Mumcu suikasti 7 OCAK 1993 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi’ndeki köşesinde Uğur Mumcu birçok kişinin gözünden kaçan yazısında şöyle diyordu: “Ortadoğu’nun karanlık bir kuyu olduğu her gün biraz daha anlaşılıyor. Kanıtlanan son ilişki MOSSAD-Barzani ilişkisidir. MOSSAD, İsrail devletinin gizli istihbarat örgütüdür. Bu örgütün, Kürt lideri Molla Mustafa Barzani ile ilişkileri olduğu söylense daha önce kim inanırdı. Barzani’nin CIA ile ilişkisi artık belgelendi. Kimse bu ilişkiye, “Hayır olmadı” diyemiyor. CIA-Barzani ilişkileri biliniyordu da MOSSAD-Barzani ilişkileri bilinmiyordu. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
Etiketler |
onemli, suikastler, tarihdeki |
|
|